AKP-MHP İttifakı’nın “seçim darbesi”ne doğru mu?
Geçmiş tecrübe AKP’nin karşısındaki muhalefeti yasal olanaklar ile yenemediğinde, yasadışı olanaklarını devreye sokmakta çekinmemiş olduğunu ve bu yasallığı hep yasadışı olanaklarıyla destekleyerek, farklı bir sinerji yaratmış olduğunu göstermektedir. Buradaki ilginç nokta, kendisi sürekli olarak yasadışı olanaklara yaslanırken, muhalefeti ise bu olanaklardan mahrum bırakan ve muhalefet normal anayasal haklarını kullandığı zaman dahi muhalefeti hemen “darbe pratiği” ile eleştiren ya da suçlayan bir taktik kullanmasıdır. Böylece muhalefet AKP rejimi karşısında savunmasız ve bir tür “kurbanlık koyuna” dönmüş durumdadır
KEMAL ERDEM
Bundan çok kısa bir zaman önce yazmış olduğum “Seçim zaferi eşittir iktidar mıdır?”[1] makalesinde, AKP-MHP İttifakı’nın gelecek seçimlerde bir darbeye hazırlandığını ve bütün emarelerin bu yönde olduğunu belirttim. Bu darbe bundan önceki iki darbenin (Ergenekon Komplosu ve 15 Temmuz 2016) devamı olacaktır ve onların başlattığı “politik eseri” tamamlayacak bir darbe olacaktır.
Ergenekon Komplosu, ordunun saf dışı edilerek iktidarın iplerinin önce AKP-Gülen Cemaati ittifakına geçmesini, Gülen Cemaati ile kopuşmadan sonra da AKP ile faşist Türk milliyetçilerinin ellerine geçmesini sağlamıştır. 15 Temmuz ise “devletin içinin boşaltılması”nı sağlamış ve gelecek darbe de “bütün politik sistemin tamamen ele geçirilmesini” ve totaliter bir sisteme dönüşmesini getirecektir. Buradan AKP’nin darbe mekaniğinin zaman içerisinde sürekli derinleştiğini ve kodlanmış gibi bir totaliter sisteme doğru gittiğini görmekteyiz.
AKP psikolojik savaş temelinde her seferinde darbelerini farklı bir biçim içerisine soktuğu için, muhalefet bu darbelerin gelişim biçimlerini ve yöntemlerini deşifre etmede yetersizlik sergilemektedir. Muhalefet her seferinde geçmiş darbe biçimlerini referans aldığı için, AKP’nin darbenin yönünü ve biçimini nasıl sakladığını görememekte ve bu politika karşısında da önlemler alamamaktadır.
AKP zaman içerisinde daha fazla devlet olanaklarına “özel” olarak hükmettiği için her seferinde darbenin şiddeti, ağırlığı ve kapsamı da farklı olmuştur. Ergenekon Komplosu sırasında sadece Gülen Cemaati’nin devlet içerisindeki sınırlı gücüne yaslanırken, 15 Temmuz’da devlet içerisinde çok daha geniş bir devlet olanaklarına yaslanmıştır. Bugün ise 15 Temmuz’dan çok farklı olarak bütün devlet olanaklarına direk hükmetmekte ve “bütün politik sisteme el koyma” aşamasına gelmiş durumdadır.
AKP-MHP ittifakı, politik olarak bir dar boğazda bulunmaktadır. Güçlü kitle temellerine sahip olmalarına karşın, toplumsal meşruiyet üretecek seçmen tabanları artık bulunmamaktadır. Bu durum rejimin önüne ister istemez iki seçenek sunmaktadır: 1- Seçimlerde yenilerek iktidarı muhalefete bırakmak ve sonrasında yargılanarak cezalara çarptırılmak ve de bundan sonra da hiçbir zaman iktidar olamamak. 2- Bir diğer seçenek ise birinci seçenekte belirtilen sondan sakınmak ve bunun için, iktidara “siyasal ortamı bulandırarak” el koymak ve tamamen totaliter bir sisteme geçmektir.
AKP baştan itibaren psikolojik savaş konseptine uygun olarak, hiçbir zaman yasal olanaklara bel bağlayan bir politika içinde olmamıştır. Sürekli olarak “kendi yasal olanaklarını, yasadışı olanaklar ile destekleyen” bir politika içerisinde olmuştur. Muhalefete ve daha önceleri de eski rejime karşı politikası, hep bu iki aracın karışımından oluşan bir “karma politika ve metoda” dayanmıştır. Bu durum ona çok geniş bir alanda ve “derinlikte” siyaset yapma olanağı ve gücü vermiştir. Geçmiş tecrübe AKP’nin karşısındaki muhalefeti yasal olanaklar ile yenemediğinde, yasadışı olanaklarını devreye sokmakta çekinmemiş olduğunu ve bu yasallığı hep yasadışı olanaklarıyla destekleyerek, farklı bir sinerji yaratmış olduğunu göstermektedir. Buradaki ilginç nokta, kendisi sürekli olarak yasadışı olanaklara yaslanırken, muhalefeti bu olanaklardan mahrum bırakan ve muhalefet normal anayasal haklarını kullandığı zaman dahi muhalefeti hemen “darbe pratiği” ile eleştiren ya da suçlayan bir taktik kullanmasıdır. Böylece muhalefet AKP rejimi karşısında savunmasız ve bir tür “kurbanlık koyuna” dönmüş durumdadır.
İnsanın inanası gelmiyor ama…
AKP’nin bugüne kadar yayılan “darbe sarmalı” pratiği ve devletin bütün kurumlarını kendi “özel mülkü” haline getirmesinden sonra, politik varlığını sadece seçimler üzerine oturtacağı anlayışının gerçeklikle uzaktan yakından bir alakası yoktur. Genellikle bu tür rejimler (Nazi Almanyası, Faşist İtalya, Franko İspanya’sı vs.) devlet imkanlarını ellerine tamamen geçirdikten sonra, seçim manipülasyonlarına başvurarak “politik sisteme toptan el koyma” aşamasına geçmişlerdir. Bugün Türkiye’de de olan, geçmişte başka ülkelerde yaşanan durumların bir benzeridir. Ama insanın başına geldiği için bir türlü inanası gelmiyor!
Aslında uzun zamandan beri AKP üzerine yaptığımız analizlerde bu aşamanın bir gün geleceği tarafımızdan hep vurgulanmıştır. İşte o gün, büyük bir ihtimalle seçimlerin yaşandığı gün ve sonrasında ortaya çıkacak olaylar sonrasında gerçekleşecektir. AKP-MHP ittifakı görünürde seçimlerin yapılacağı ama sonuçlarının dikkate alınmayacağı bir seçim yapacaktır. Bu tür seçimler dünyanın başka ülkelerinde zaten mevcuttur. Örneğin Afrika’daki birçok ülkedeki seçimler bu türden seçimlerdir. En son örnek Kamerun’da yapılan seçimlerdir. 37 yıldır iktidarda bulunan Paul Biya, seçim sonuçlarını yüzde 78 açıklayarak oyların ezici çoğunluğunu aldığını iddia etmiştir. Halbuki Paul Biya’nın partisinin oyları en fazla yüzde 20’dir. Bir iç savaş tehlikesinden dolayı muhalefet partileri ve halk seçim sonuçlarını fazla sorgulayarak risk almak istememektedirler. Türkiye’deki seçimlerin giderek Afrika ülkelerindeki seçimlere benzemesi, işleyen hukuka bakıldığı zaman aslında kimse için sürpriz olmamalıdır.
AKP rejimi bu seferki darbeyi “normal bir seçim” yapılacağı algısı üzerine oturtmuş durumdadır. Bu “normal seçim” algısı altına ise muhalefet üzerinde devletin şiddet araçlarını nasıl kullanacağı arayışı ve çabasını yerleştirmiştir. Bütün amacı muhalefete karşı devletin şiddet araçlarını kullanacağı asgari bir meşruiyet temeli elde etmektir. Bunun için ise bütün politik çabalarını “başa baş bir seçim oldu” algısının yaratılması üzerine bina etmiş durumdadır. Bu algının yaratılması, ortamı bulandırarak seçimleri çalmak içindir. Seçim sonuçlarını YSK eliyle kendi lehine açıklattığı zaman, gelecek eleştirileri ve suçlamaları karşılamak ve de provoke ettiği muhalefete karşı da devletin kolluk güçlerini kullanmak için bu algı yaratılmak istenmektedir.
Erdoğan ve Bahçeli gerçeğin farkında
Bugün AKP’nin atmış olduğu politik adımları anlamanın tek yolu, onun asıl amacının ne olduğunu anlamaktan geçer. Kamuoyunda birçok muhalif kesimin iddia ettiğinin aksine, AKP panik içinde bütün butonlara aynı anda basan bir politika izlememektedir. Belirli bir strateji yani seçimleri “cebe indirerek darbe yapacak” bir strateji temelinde hareket etmektedir ve bu stratejinin ürünü ile ihtiyacı olan politik adımlar atmaktadır. Yeni seçim yasası, dezenformasyon yasası ve Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olmasının önünün kesilmesi vs. hepsi bu darbe stratejisinin ürünüdür. Böyle bir darbe yapmadığı andan itibaren AKP’nin politik olarak dağılması ve politik bozgun yaşaması kaçınılmazdır. Erdoğan ile Bahçeli böyle bir politik hata yapmayacaklarına göre (bugüne kadar yaptıkları bundan sonra yapacaklarının teminatıdır!) kendilerini bir “seçim darbesi”ne göre konumlandırmaları onlar açısından zorunluluktur.
Cumhur İttifakı kendisini seçimleri kazanmaya göre değil ama bu seçimlere nasıl “el koyacağı” ve kendi lehine bir sonuç açıklatacağı temelinde konumlandırmıştır. Bunu yapabilmesi için de bütün çabasını, rejim ile muhalefetin birbirlerine yakın oy oranları olduğu algısının yaratılması üzerine yoğunlaştırmış durumdadır. Altılı Masa’nın bütün adayları Erdoğan karşısında kazanmaktadır. Altılı Masa, Erdoğan karşısına “boş sandalye” koysa ve bu “adayı” canla başla desteklese dahi seçimleri kazanır. Bunu bilen Cumhur İttifakı, kendisini seçimleri kazanmaya dönük olarak değil ama her iki kesimin oylarının birbirlerine yakın olduğu algısının yaratılması temelinde konumlandırarak, seçim sonuçlarını YSK eliyle kendi lehine olacak şekilde açıklatmaya dönük çalışmaktadır.
Cumhur İttifakı seçimleri kendi lehine açıklatabilmek, içte ve dışta büyük bir meşruiyet krizi yaşamamak için en azından “seçimlerin başa baş geçtiği” algısı oluşturmak zorundadır. Bunun için bir yandan uzun dönemden beri bir “seçim ekonomisi” uygulamakta, öte yandan da yargı üzerinden de bir “siyasi mühendislik” çalışması yürütmektedir. Cumhur İttifakı’nın “seçim darbesi” iki aşaması olan bir strateji gibi görünmektedir: 1- Seçimlere kadar yapılacak olan politikalar; 2- Bir de seçimlerden sonra uygulanılacak politikalar.
Seçimlere kadar olan politikalar kısaca şöyle özetlenebilir: Bütün devlet olanaklarının kullanılarak bir seçim ekonomisinin oluşturulması. Normal koşullarda kabul edilmeyecek olan asgari ücret zammı ve EYT’lilerin isteklerinin kabul edilmesi vs. Yine aynı şekilde kurları belirli bir noktada tutmak için Kur Korumalı Mevduat gibi mali önlemlerin devreye sokulması. Bu önlem daha çok Merkez Bankası rezervlerinin yanlış politikalar ile yok edilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Seçim yasasının değiştirilmesi, dezenformasyon yasasının çıkarılması, hayali seçmen yazımı, göçmenlere vatandaşlık verilmesi, il ve ilçe seçim kurullarındaki kıdemli hakimlerin yerine kıdemsiz ve kura ile hakimlerin atanmasını öngören düzenlemenin yapılması, Ekrem İmamoğlu’nun yasaklı hale getirilerek Cumhurbaşkanı adayı olmasının önünün kesilmesi, İYİ Parti ile HDP’yi cepheleştirecek politikaların sürekli devreye sokulması, Altılı Masa’nın zayıflatılmasına ve dağıtılmasına dönük politikalar oluşturmak ve milliyetçi rüzgar oluşturmak için dış savaş arayışı vs.
“Denklik algısı”
Seçimlere kadar olan politikaların amacı seçimleri kazanmaya dönük değildir. Çünkü rejim seçimleri kazanamayacağını çok iyi bilmektedir. Amaç rejim ile muhalefet arasında “denklik algısı” yaratmaktır. Çünkü “seçim darbesi”nin başarılı olabilmesi için bu “denklik algısı”nın oluşturulması temel öneme sahiptir. Bu algı oluştuğu zamandır ki, YSK eliyle seçimleri kendi lehine açıklatabilecek ve bu “sözde yasallığa” dayanarak meşruiyetini üretmiş olacaktır. Rejimin meşruiyeti ne kadar az zedelenirse, iç ve dış politikada manevra alanı da o kadar geniş olacaktır. Özellikle bu meşruiyet durumu dış politikada çok önemli bir yere sahiptir. Erdoğan’ın “meşruiyet görüntüsünü” de kurtaramadığı bir durumda, dış politikada onun iktidarından rahatsız olan emperyalist güçler, bunu ona karşı kullanabilirler. Özellikle Batı emperyalist ittifakı, Ukrayna savaşı ile Putin’e yaptığı ambargonun ve tecridin aynısını Erdoğan’a karşı da yapabilir (bu noktaya ileride tekrar döneceğiz). Böyle bir durumda Türkiye ekonomisi felç olur ve olayların nerede duracağı belli olmayan bir döneme girilir.
Cumhur İttifakı bu “denklik algısını” oluşturmak için, yargı eliyle siyasi mühendislik yaparak, Altılı Masa’yı istediği adaylara sıkıştırmak istemektedir. Kamuoyunda öne çıkan üç aday içerisinde en çok oy alacak olan Ekrem İmamoğlu, bir “yargı darbesi” ile bertaraf edilmek istenmektedir. Çünkü onun adaylığı durumunda hem İYİ Parti hem de HDP tabanı aynı politik potada birleşecek ve rejimin oluşturmak istediği “denklik algısı”nı da bozacaktır. Böyle bir durumda, Cumhur İttifakı’nın seçimleri YSK eliyle kendi lehine açıklatması zor olacak ve açıklatsa dahi halkın büyük bir kesimi inanmayacaktır. Bu ise rejimin bir meşruiyet krizine neden olacaktır. Kaldı ki İmamoğlu İBB seçimlerinde hakkını öyle kolay yedirmeyeceğini ve yeri geldiğinde de ne kadar hırçın olacağını da göstermiş ve de kendisini ispatlamış durumdadır. Bu seçeneğin rejim tarafından devre dışı bırakılması, “seçim darbesi” için oldukça önemlidir.
Cumhur İttifakı, Altılı Masa’yı iki adaya (Kemal Kılıçdaroğlu ve Mahsur Yavaş) mecbur ederek, bunladan birisinin seçilmesi taraftarıdır. Çünkü bu adayların her biri Altılı Masa içinde ve dışında (özellikle HDP nezdinde) bir bölünme algısının oluşturulmasına zemin teşkil etmektedir. Mahsur Yavaş’ın adaylığına HDP, İYİ Parti’nin adayı olduğu için zaten açıktan karşı çıkmaktadır ve resmi olarak da bunu deklare etmiştir. Bu durumda HDP kendi adayını çıkaracaktır ve bu durum “muhalefetin dağınıklığı” görüntüsünü arttıracak ve de Cumhur İttifakı’nın “seçim darbesi”ni kolaylaştıracaktır. Aslında rejim Kemal Kılıçdaroğlu’nu değil Mahsur Yavaş’ın aday olmasını istemektedir. Çünkü bu durumda muhalefetin dağınık görüntüsü daha çok göze batacak ve bu da “denklik algısını” oluşturmaya daha çok yarayacaktır. Elbette rejim için en ideal olanı, Altılı Masa’nın dağılarak herkesin kendi adayını çıkarmasıdır, ki bu “seçim darbesi”nin yüzde yüz başarılı olması anlamına gelecektir.
Mahsur Yavaş’ın adaylığına karşı nasıl HDP aşırı tepki vermekteyse, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına da, İYİ Parti içerisinde bir grup, Kılıçdaroğlu’nun “HDP’nin adayı” olduğu algısını ileri sürerek karşı çıkmaktadır. İYİ Parti içindeki bu grup bu haliyle Cumhur İttifakı’nın planlarına su taşımaktadır.
Bu noktanın biraz ayrıntılı olarak analiz edilmesi gerekmektedir.
İYİ Parti içindeki bir klik
Son dönemlerde İYİ Parti içinde, Cumhur İttifakı’nın “seçim darbesi” planına kusursuz bir şekilde su taşıyan bazı faaliyetler göze batmaktadır. Bu durum da ister istemez bazı soru işaretlerine neden olmaktadır. İYİ Parti içinde Koray Aydın ve Yavuz Ağıralioğlu’ndan oluşan bir klik, Meral Akşener’i tam Cumhur İttifakı’nın istediği politik yönde hareket etmesi için baskı altına almış durumdadır. Bu klik Meral Akşener’e ya Mahsur Yavaş’ın adaylığı için ya da kendisinin aday olması yönünde baskı yapmaktadır. Yukarıdaki analizde de gördüğümüz gibi, böyle bir politik yaklaşım ise Cumhur İttifakı’nın “seçim darbesi”ne su taşımaktadır. Ama burada soru içinde soru belirmektedir: Meral Akşener bu politikanın neresindedir? Bu soruya cevap vermeden önce bütün olasılıkları masaya yatırmaya çalışalım:
- Bir bütün olarak İYİ Parti “ideolojik körlük”ten dolayı Cumhur İttifakı’nın tuzağına düşmektedir. HDP’nin oy vereceği (Kemal Kılıçdaroğlu) bir adayın olması, politik olarak Cumhur İttifakı karşısında bir “politik savunma” sorununa yol açacağı kaygısına neden olmaktadır ve bundan dolayı parti bu adaya karşı çıkmaktadır.
- Cumhur İttifakı’nın “gizli eli” bir klik aracılığıyla İYİ Parti içinde bir grup oluşturarak, Meral Akşener’i baskı altına almakta ve onun aday belirleme süreçlerini etkilemeye çalışmaktadır.
- Bir bütün olarak İYİ Parti yönetimi, gizli olarak aslında Cumhur İttifakı ile anlaşmış durumdadır ama Altılı Masa’yı bozamadıkları için (çünkü politik sorumluluğu çok ağırdır ve bunu açıkça yaptıkları anda politik olarak biteceklerdir), “taban hassasiyeti” arkasına saklanarak “ipe un sermektedirler” ve Altılı Masa’yı içten baltalamaktadırlar ve de Meral Akşener de parti içindeki bu “hassasiyet”in arkasına saklanarak asıl niyetini gizlemektedir.
Birinci şık çok safça olur, üçüncü şık da elimizde veri olmadığı için (şimdilik) biraz zorlama olur. Elimizde somut veri olmadığı için kimsenin günahını almayalım! Şimdilik biz ikinci şık ile yetinelim. Yavuz Ağıralioğlu ve Koray Aydın’ın İYİ Parti içindeki hareketleri çok kuşku vericidir ve bu klik Cumhur İttifakı ile gizli bir ilişki içinde yani Cumhur İttifakı’nın Altılı Masa içindeki “gizli eli” gibi hareket ediyor algısının oluşmasına neden olmuşlardır. Bunun nedeni bu kliğin arkasına saklandığı “seçilebilecek aday” tezinden kaynaklanmaktadır.
Bu klik insanların aklıyla alay ederek, sanki insanların iki matematik işlemi yapamadığını sanmaktadır.
Mevcut durumda Mahsur Yavaş’ın Kemal Kılıçdaroğlu’ndan daha fazla oy alacağı anlayışı yanlış bir anlayıştır. Kemal Kılıçdaroğlu, HDP’nin oylarını potansiyel olarak alma olanağına sahiptir ve Meral Akşener meydanlara çıkıp Kemal Kılıçdaroğlu aleyhine çalışmadıkça da oyu Ekrem İmamoğlu’nun bir derece altında olacaktır. Kaldı ki Mahsur Yavaş, Erdoğan karşısında siyasi olarak da yetersizdir ve Erdoğan seçim meydanlarında Yavaş’ı “paramparça” edecektir. Ama aynı şeyi Kılıçdaroğlu karşısında yapamaz. Kaldı ki, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı istenmez ve Yavaş aday olursa, HDP de kendi adayını çıkarırsa, CHP seçmeninin bir kısmı Yavaş’a değil HDP adayına oy verecektir! İYİ Parti tabanının “hassasiyeti” var da CHP tabanının hassasiyeti yok mudur? Bu çok net. Hal böyleyken nasıl oluyor da Mahsur Yavaş, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan daha fazla oy alıyor?
Ama birileri bu algıyı bilerek kamuoyuna yerleştirmek istiyor. Amaç “seçim darbesi” olduğu zaman, darbecilere algı malzemesi sağlamak ve muhalefeti şu algıya sıkıştırarak seçimleri çalmak: Kılıçdaroğlu aday olursa İYİ Parti seçmeni oy vermedi, eğer Mahsur Yavaş aday olursa HDP seçmeni oy vermedi algısı yaratarak, YSK’nın Erdoğan lehine vereceği karara bir “toplumsal algı temeli” oluşturmak.
Ama İYİ Parti içindeki Cumhur İttifakı “eli” daha büyük bir planın da parçası olabilir. Seçim darbesinden sonra, Altılı Masa’yı dağıtan rejim, eğer Kılıçdaroğlu aday olursa ve zaten darbe planından sonra kaybedeceği için, bu “sonucun” hesabı İYİ Parti içinde Meral Akşener’e kesilerek genel başkanlıktan düşürülmesi ve de İYİ Parti’nin Cumhur İttifakı’na bağlanması için de kullanılabilir. Bugün İYİ Parti içinde ne olduğunun tam olarak anlaşılması ancak seçim darbesinden sonra İYİ Parti’nin rejim karşısındaki tutumundan en iyi şekilde anlaşılabilecektir. Bu noktada:
- Eğer İYİ Parti darbeden sonra, Meral Akşener’in de içinde olduğu yani bir bütün olarak Cumhur İttifakı’na yanaşırsa, yukarıdaki üçüncü şıkkın olduğunu anlarız.
- Meral Akşener bir grup klik (Koray Aydın ve Yavuz Ağıralioğlu) tarafından yıkılırsa, ikinci şıkkın olduğunu anlarız.
- Eğer Parti bir bütün olarak rejimin baskısına maruz kalırsa ve rejim ile mesafesini korursa da birinci şıkkın olduğunu anlarız.
Son dönemlerde AKP rejimi devlet olanaklarını kullanarak birçok “siyasi mühendislik” çalışmaları yürütmektedir ve bu çalışmaların İYİ Parti içini kapsamaması tuhaftan öte bir durum olur. Geçen yılın mart-nisan aylarında Meral Akşener’in Koray Aydın’ı örgütün başından ve Yavuz Ağıralioğlu’nu da genel başkan yardımcılığından almasından sonra, Akşener ile bu klik arasında büyük bir çekişme yaşanmaktadır. İYİ Parti içindeki bu muhalefetin, MHP’ye yakın bir ideolojik ve politik duruş sergilemesi, parti içinde bir sıkıntı ve huzursuzluk kaynağı olurken, Akşener’in “merkez sağ”a açılma stratejisine de sekte vurmaktadır. Ama bu muhalefetin, rejim ile gizli bir pazarlık içinde olup olmadığı ise büyük bir şüphe kaynağıdır. İster böyle bir gizli ilişki olsun isterse de olmasın, bu kliğin tutumu rejimin seçim darbesi stratejisine uygun gelişmektedir. Bu da tek tesadüf ile açıklanabilecek bir durum değildir.
Yanılsamalı bir seçim süreci
Seçimlere kadar devlet olanaklarını kullanarak kendisini kısmi olarak güçlendiren ve muhalefeti de psikolojik operasyonlarla “dağınık bir görüntü algısı” içerisine sokan rejim, stratejisinin ikinci aşamasına geçiş için gerekli olan politik ve toplumsal temeli de elde etmiş olacaktır. Seçimlerde eğer bir sürpriz olur rejim gerekli oyu normal yollarla alırsa zaten hiçbir şey yapmasına gerek yoktur ama yok eğer bu olmaz ise (büyük bir ihtimal) o zaman da YSK eliyle seçimleri kendi lehine açıklatarak, muhalefeti sert bir tepki vermeye itecektir. İşte bu andan itibaren, sonuçlara itiraz eden muhalefet önce dezenformasyon yasası ile karşılaşacak ve yalan bilgiden dolayı mahkûm olacaklardır. Eğer tepkilerini yürüyüş ve protestolara dökerlerse, “meşru hükümete karşı darbe faaliyetleri” ile tutuklanarak cezaevlerine gönderileceklerdir. Muhalefetin direnişi eğer korsan gösterilere ve güvenlik güçleriyle çatışmalara dönüşürse, rejim o zaman zil takıp oynayacaktır. Çünkü tam da istediği durum olmuş durumdadır ve 15 Temmuz’dan sonraki gibi kapsamlı bir şekilde muhalefeti bastırma olanağına kavuşmuş olacaktır.
Muhalefet seçim darbesinden sonra, hiçbir şey yapmadığı ve direnmediği durumda da kendi tabanını kaybedecek ve partiler kendi içinde birbirlerine düşeceklerdir. Kısacası her halükârda rejimin kazanacağı bir seçim olacaktır.
Buradaki yöntem, farklı ve karmaşık bir biçimde, Ergenekon Komplosu’ndaki ve 15 Temmuz Olayı’ndaki yöntemin bir benzeridir. Orada da süreç ikiye bölünmüştü: Önce kendine karşı “darbe” yapıldığı izlenimi verilen bir süreç ve sonra da bu darbeyi bastıran ikinci bir süreç. Burada da yöntem farklı bir şekilde aynıdır.
Rejim muhalefeti “yanılsamalı bir seçim süreci”ne sokmuş durumdadır. Başka bir deyişle, görünürde bir seçim olacak ama sonuçları rejimin istediği gibi olacaktır. Kısacası muhalefetin hiçbir zaman kazanamayacağı bir seçim olacaktır. Gelecek seçimler tek sonuçludur ve rejim “seçim yanılsaması”nın altına, kendi “darbe mekaniği”ni yerleştirmiş durumdadır. Durum böyleyken ana muhalefet partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu şu sözleri edebilmektedir: “Erdoğan da görüyor, parlamentodaki çoğunluğunu kaybedeceğini. Onun bütün hedefi cumhurbaşkanlığı… Onu da kaybedecek. Erdoğan, seçimi kaybedeceğine dair inancını kaybederse, seçime bile girmeyebilir.”[2]
Mevcut gerçeklikle Altılı Masa’nın hayal dünyası arasındaki fark o kadar muazzamdır ki, bu sürecin sonu sadece hüsran olabilir. Rejimin seçim darbesi, yasal muhalefet üzerinde şok etkisi yaratarak, savaşlarda gördüğümüz sürpriz etkisinin bir benzerine neden olacaktır. Savaşlardaki sürpriz etkisiyle hedeflenen, beklenmedik anda ve yerde darbe yiyen bir düşmanın dağılması, imha edilmesi ve düzenli bir şekilde geri çekilme olanağından yoksun kalmasıdır. Yasal muhalefetin rejimin seçim darbesi karşısında devreye sokacağı ciddi bir stratejisi ve politikası mevcut değildir. Rejimin yasal muhalefeti “yanılsamalı bir seçim sürecine hapsetmesi” olsa olsa sadece bu rejimin büyük bir politik başarısı olarak değerlendirilebilir.
Az yukarıda rejimin seçim darbesini az bir meşruiyet kriziyle atlatmasının onun açısından önemine değindik. Bundan dolayı rejim canla başla seçimlerde “denklik algısı” oluşturmak için çabalamaktadır. Özellikle seçimlerin açıktan kaybedildiği bir durumda, Batı’dan gelecek yaptırımlardan oldukça çekinmektedir ve Batı’nın bu noktadaki baskılarını boşa çıkarmak için de yine denge siyasetinin olanaklarını kullanmaktadır.
Dış politikada manevralar
Son dönemlerde Erdoğan’ın Rusya ve İran üzerinden Suriye rejimiyle taktik bir yakınlaşma çabası içinde olduğu gözlenmektedir. Aslında AKP Türkiye’sinin Suriye rejimiyle anlaşma gibi bir derdi bulunmamaktadır. Bu “Suriye açılımı”nın içerideki “seçim darbesi” ile ilişkili olduğundan zerre kadar şüphe yoktur. Zaten seçimlerden kısa bir zaman önce bu politik açılımın yapılmış olması, bu sürecin “seçim darbesi” ile koordineli götürüldüğünün de bir göstergesidir. Hatta bu sürece Körfez monarşileriyle yapılan açılımları da eklemek gerekir.
O halde iç politikada planlanan “seçim darbesi” ile “Suriye açılımı” arasında ne tür bir ilişki bulunmaktadır?
Bugüne kadarki tecrübe, AKP’nin bir politik manevra yaparken, birçok politik amacı aynı anda güttüğünü bize öğretmektedir. Aynı durum Suriye ile yapılan sözde açılım için de geçerlidir. Başka bir makalede bu açılımın nedenlerini başka bir bağlamda tartışmıştık.[3] ABD ile müttefiklerinin Türkiye’yi Rusya, İran ve Suriye ile savaştırmak için Rojava’yı Türkiye’nin önüne sürmelerine yani onu tuzağa düşürmek istemelerine karşılık olarak Türkiye, Rojava operasyonunu bu devletleri karşısına almadan yapmak istemiş hatta Suriye’ye Rojava’ya ortak operasyon önermiştir/önermektedir. Böylece Batı ile ilişkileri görünürde geren ve sanki Doğulu güçler ile kapsamlı bir ittifak arayışı içinde olduğu imajı çizmektedir. Bunun nedeni seçim darbesinden sonra Batılı güçlerin AKP rejiminin üzerine fazla gelmesini ya da baskı altına almasını önlemek olup, Batı’dan tümden kopabileceği görüntüsü oluşturarak Batı’ya şantaj yapmaktır. Batı ile ilişkileri bu şekilde germe, AKP’nin gerçekleştireceği seçim darbesini Batı’ya kabul ettirmeye dönük bir manevradır. Batı’nın Türkiye’nin Doğulu güçlere daha fazla yanaşmaması için AKP’nin seçim darbesini kabul etmesi ve rejimin meşruiyetini uluslararası alanda tartışmaya açmaması ve ilişkilere normal bir şekilde devam etmesi sonucunda, rejim tekrar gerekli görürse Doğulu güçler ile arasına mesafe koyarak sıfır noktasına yani merkeze doğru geri gelmeye çalışacaktır. Aynı manevra 15 Temmuz darbesinden önce de oldu.
AKP’nin seçim darbesi karşısında Batı Emperyalist İttifakı’nın nasıl bir tepki vereceği temel bir öneme sahiptir. Batı ittifakı, rejimin bu Doğulu güçlere taktik olarak yanaşan manevrasını kabul mü edecek yoksa bu manevraya karşı “güçlü” bir karşılık mı verecektir? Bu noktada AKP’nin zayıf karnı MHP ve iktidar bloku içindeki faşist Türk milliyetçileri ile yaptığı sorunlu ittifaktır. Bu ittifak, rejimin denge politikasına devam etmesi halinde, Batı ittifakının rejim içindeki güçlü operasyonel aracı haline gelebilir. Bu noktanın dikkatle izlenmesi gerekmektedir.
AKP rejiminin Suudi Arabistan ve BAE ile yaptığı açılımı da bu temelde değerlendirmek olasıdır. Bu açılımların sadece para için yapıldığı (nedenlerinden birisi bu olsa da temel neden değildir) doğru olmayıp, ABD’deki Biden yönetiminden rahatsız olan bu iki devletle güçleri birleştirip, Batı’dan gelecek baskılara karşı ortak hareket etmek gibi bir amacı olduğu da görülmelidir. Böylece rejim, Doğulu güçlerden başlayan ve Körfez monarşilerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada, Batı ile anlaşmazlık noktaları olan devletler ile geniş bir cephe kurmaya ve bu cepheyi de iç politikada gerçekleştireceği seçim darbesinin güçlü bir dayanağı haline getirmeye çalışmaktadır. Rejimin çok geniş bir coğrafyada büyük bir manevra alanına sahip olması, kendi darbesini Batı’ya kabul ettirmede büyük bir caydırıcılığa neden olacaktır. Bu caydırıcılık Batı’nın kendi üzerine fazla gelmesi durumunda, ona dünya politikasında büyük bir bedel ödetme şantajı üzerine oturmaktadır. AKP rejiminin bölgesel düzeyde ördüğü diplomatik ağa bakıldığında bu hiç de hafife alınmaması gereken bir durumdur.
Kısacası içerideki muhalefet, rejimin büyük bir kıskacı altında bulunmaktadır. Rejim hem yasal olanakları hem de yasadışı olanakları kapsamlı bir şekilde kullanarak ve muhalefeti de yanılsamalı bir seçim sürecine hapsederek, adeta muhalefeti kuşatmış durumdadır ve de güçlü bir strateji ile hareket etmektedir. Bu kapsamlı strateji karşısında yasal muhalefetin hiçbir şansı hemen hemen bulunmamaktadır. Rejim yirmi yıl önce başladığı kuşatma hareketinin sonuna gelmiş durumdadır ve seçimler ile birlikte kuşatma çemberini kapatacaktır.
Yasal muhalefet çıkmaz sokakta
AKP’nin yirmi yıldan beri “sürekli darbeler” ile ilerlettiği rejim değişimi karşısında yasal muhalefet, sanki bundan önce hiçbir şey yaşanmamış gibi hareket etmektedir. Bütün devlet yapısı el değiştirmesine rağmen sanki hiçbir şey olmamış gibi hareket etmektedir. Asıl üzerinde düşünülmesi gereken durum, yasal muhalefetin durumudur. Yasal muhalefet niçin bu kadar basit ve safça hareket etmektedir?
Bu soru üzerine biraz kafa yorduğumuz zaman, muhalefetin başka yapacak hiçbir şeyi kalmadığı için (bu da rejimin baskısından kaynaklanmaktadır), kendisini sadece seçimlere angaje ettiği görülecektir. Muhalefet hiçbir toplantı, gösteri, protesto eylemi yapamamaktadır. Hatta doğru dürüst konuşamamaktadır dahi. Sürekli olarak yargı sopasıyla “terbiye” edilmektedir. En sıradan eylemler dahi darbe ile ilişkilendirilerek yargı aracılığıyla sindirilmektedir. Bu durumun sonucu olarak yasal muhalefet daha rejimin tamamen el koymadığı seçimlere sığınmış durumdadır. Ama seçimlerin manipüle edildiği bir durumda ne yapacağı ise büyük bir soru işaretidir.
Yasal muhalefet seçimler aracılığıyla süreci tersine çevirme olanağını gelinen noktada yitirmiş durumdadır ve bu politikada geç kalmıştır. Bunun nedeni devletin çok önemli şiddet kurumlarının özerkliğinin tamamen ortadan kalkmış ve AKP’nin özel mülkü haline gelmiş olmasından dolayıdır. Bu kurumların özerk yapılarının kaybolması ile seçimlerin işlevsizleşmesi arasında bir ilişki söz konusudur. Ne zamanki komplolar ile devletin bu kurumlarının içi boşaltıldı işte yasal muhalefet o zaman kaybetti. Bu tasfiyeler olduğu zaman yasal muhalefetin direnememiş olması ve hatta rejimin peşine takılmış olması, gelinen noktada geri dönüşü olmayan bir durumun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Rejim “FETÖ” ile mücadele görünümü altında ordudaki Kemalist subayları tasfiye ederken, yasal muhalefet buna korkusundan ses çıkaramamış ve direnememiştir. Rejimin yaptığı propagandanın aksine, Gülen Cemaati’nin en zayıf olduğu kurum ordu idi. Çünkü ordudaki sürekli tasfiyeler Gülen Cemaati’nin orduda güçlenmesinin önündeki en büyük engeldi. Cemaat’in ordu içindeki gücü yüzde 1 ile 5’i geçmezdi. Ama buna karşılık ordunun yüzde ellisinden fazlası tasfiye oldu. Tasfiye olanların çoğu ise Kemalist subaylardı. AKP rejimi karşısında tek caydırıcı güç olan ordunun tasfiye edilmesi, yasal muhalefetin büyük oranda kuşatılmasına neden olmuştur. Çünkü rejimi durduracak hiçbir caydırıcı güç kalmamıştır.
Bugün çok geniş bir kesimde, genel seçimlerde yerel seçimlerdeki başarıya benzer bir başarı beklenmektedir. Bu beklenti yanlış bir beklentidir. Kaldı ki AKP yerel seçimlerden bazı dersler çıkarmıştır. AKP yerel seçimlerde kararsızlık geçirmişti ve bunun nedeni de seçimleri normal yollardan ve de zorlanmadan alacağı kanısına sahip olmasıydı. Bunun olmadığını görünce İstanbul’da hukuksuz bir şekilde seçimleri tekrarlatmış ama bu tekrarlanan seçimleri de kaybetmiştir. Bu sonuçlara hazırlıksız olduğu için de seçimleri farklı şekilde cebe indirme olanaklarına hemen sahip değildi. Aksi takdirde meşruiyetini daha da çok tartışmaya açardı. Ama bugün hazırlamış olduğu “seçim darbesi” planıyla olaylar yerel seçimlerdeki gibi cereyan etmeyecek ve iş erken bitirilecektir. Yukarıda gördüğümüz gibi rejim, seçim darbesi planını bütün iç ve dış politikanın merkezine almıştır ve hiçbir işi şansa bırakmayacak şekilde hareket etmektedir.
Yanılsamalar ve gerçekler
Yasal muhalefetteki bir başka yanlış umut kaynağı da Brezilya’daki seçimleri çok az farkla sosyal demokrat Lula’nın kazanmış olmasıdır. Faşist Bolsonaro’nun ordudaki faşistlere darbe yaptıramaması sonucunda, Lula iktidara gelerek göreve başlamıştır. Geniş bir muhalif kesimde bu durumun Türkiye’de de gerçekleşeceği beklentisi oluşmuştur. Ama Brezilya’daki durum ile Türkiye’deki durum arasında dağlar kadar fark vardır ve hatta neredeyse hiçbir benzerlik yoktur. Brezilya’da sosyal demokratlar uzun yıllar hükümette bulundular ve ordunun tamamen faşistlerin ellerine geçmesini bu süre boyunca engellediler. Brezilya ordusunda, yargısında ve bürokrasisinde Türkiye’deki komplolara benzer komplolar ile büyük tasfiyeler olmadı. Devletin şiddet kurumlarının özerkliği hala yürürlüktedir. Bu durum seçim sonuçları üzerinde tayin edici bir etkiye neden olmuştur. Brezilya ordusunda faşistlerin olmasına karşılık, başta sosyal demokratlar olmak üzere başka toplumsal kesimler de ordu içinde mevcuttur. Bir faşist askeri darbe anında ordunun bölünmesi ve ülkenin iç savaşa sürüklenmesi hemen hemen kesin olduğu içindir ki, ordu içindeki faşistler bunu göze alamamışlardır. Türkiye’de böyle bir durum söz konusu değildir. Türkiye’de devletin şiddet kurumlarının aidiyeti tamamen el değiştirmiştir ve bir darbe durumunda tamamen rejimin yanında saf tutacaklardır.
Cumhur İttifakı’nın seçim darbesinden sonra rejim, otoriterlikten totaliterliğe geçmek için gerekli olan tarihsel çerçeveyi elde etmiş olacaktır. Rejimin totaliter bir niteliğe kavuşması ise toplumun derinliklerine kapsamlı “operasyonlar”ın da önünü açacaktır. Rejim elinde biriken tarihsel gücü, ideolojisinde varolan kodlara uygun bir şekilde kullanmaya başlayacaktır, ki bu bir dizi katliamların önünün açılacağı anlamına gelmektedir. Bu katliamlar başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere, genel olarak devrimciler ve liberallere ile bütün demokratlara karşı yönelecektir.
Bir ülkede ortaya çıkan totaliter sistem, o toplumun kendi içinde bir tür “sömürgecilik” ilişkileri oluşturur. Siyasi ve askeri güç, toplumun küçük bir azınlığının elinde, toplumun başka bir kesiminin bütün haklarının elinde alınmasının kaldıracı haline gelir ve hakları ellerinden alınan kesim, iktidarı elinde bulunduran bu küçük azınlığın “köleleri” haline gelirler. Bu kurulan totaliter sistemin zorunlu sonucudur ve bu sonuçtan kaçınmak mümkün değildir.
Bugün Türkiye’de ortaya çıkan politik sistemi sadece seçimler yoluyla değiştirmek mümkün değildir. Kaldı ki yaptığımız analizlerden de görüldüğü gibi ortada bir seçim de yoktur. Sadece “normal bir seçim algısı”nın geçirildiği bir “seçim oyunu” bulunmaktadır. Bunun anlamı gelecek genel seçimleri muhalefetin hiçbir zaman kazanamayacak olmasıdır. AKP-MHP İttifakı, “denklik algısı” yoluyla yapacakları seçim darbesine kılıf yaratmaktadırlar. Muhalefet rejimin seçim darbesini belki kısmi olarak (o da mutlak değil) tek bir yolla durdurabilir. O da bütün muhalefetin (İYİ Partisi’nden HDP’sine kadar olan geniş bir mecrada) güçlü bir aday etrafında güçlü bir şekilde rejim karşısında “tek bir vücut” gibi hareket etmesi ve ezici bir üstünlük elde etmesi durumunda. Ama bugüne kadarki olaylar, bunun hiçbir zaman olmayacağını göstermiş durumdadır. CHP’nin kurmuş olduğu yanlış ittifak politikaları, bu tablonun ortaya çıkmasına büyük oranda katkı sağlamıştır.
CHP’nin sürekli olarak muhafazakâr tabana doğru açılım yapması ve bu açılımı güçlü bir şekilde sola doğru açılım ile dengele(ye)memesi, onu bir politik tıkanmaya götürmüştür. CHP’nin sürekli olarak sağa yani muhafazakâr alana doğru açılım yapması, bilinçli bir stratejinin mi yoksa partinin kendisini rejim karşısında korumak istemesinin mi bir ürünü olduğu oldukça tartışmalı bir durumdur. Bugüne kadarki politik manzara daha çok ikincisinin olduğunu ortaya koymaktadır ve genel muhafazakâr ortamda partinin değerler sistemi açısından bir tür tarihsel olarak erimesi söz konusudur. CHP muhafazakâr değerler sistemine karşı “güçlü anti-korlar” üretmede giderek yetersiz kalmakta ve muhafazakarlığın tarihsel ağırlığı altında giderek ezilerek, kendi potansiyelini yeterince açığa çıkaramamaktadır.
Yasal muhalefet rejim karşısında yanlış bir tarihsel mevzilenme içerisindedir. AKP hem yasal alanı hem de yasadışı alanı birlikte kullanarak güçlü bir strateji ile hareket etmektedir. Yasal muhalefetin ama özellikle de Altılı Masa İttifakı’na önderlik eden CHP’nin yeterince bu gerçeğin farkında olmaması ve sadece seçimler üzerine oturan bir politika izlemesi, CHP’nin politikasının kumarla arasındaki farkı giderek yok etmektedir. CHP’nin nerede politika yaptığı ve nerede kumar oynadığı artık net değildir. Daha önce yazmış olduğum bir makalede[4], CHP’nin AKP rejiminin ekonomi politikalarını nasıl yanlış analiz ettiğini ve bundan dolayı da nasıl yanlış sonuçlar çıkardığını belirtmiştim. CHP aynı yanlış analizi rejimin karakteri noktasında da yapmaktadır. CHP yönetimi AKP rejimini çok hafife almakta, bu rejimin tarihsel derinliğini (kötü anlamda) yeterince görememekte ve kendisini de tamamen savunmasız bırakarak, büyük bir kumar oynamaktadır. Bilindiği gibi, kumarda kaybetme olasılığı kazanmadan çok daha yüksektir.
Erdoğan iktidarını “Kan ve Demir” ile örerek bütün ulusa “ateşten bir gömlek” giydirdi ve bu gömleği artık tek bir seçim ile çıkarmak mümkün görünmemektedir. Türkiye’nin tarihsel gerçekliği budur ve bu gerçeğe “olduğu gibi bakmak” gerekmektedir. Ama Türkiye’nin yasal muhalefeti bir türlü bu gerçekliği görmek istememektedir ve ısrarla kendilerini yanılsamalı bir dünyaya hapsetmişlerdir, ki bu yanılsamalı dünya seçim günü yok olacaktır.
Eskiden özgürlük savaşı sadece devlet ile Kürtler arasındaydı ve şimdi giderek bütün Türkler ile Kürtlerin ortak özgürlük savaşı haline gelmektedir.
Halkımız asla bir diktatörün elleri arasında köle olmayacaktır!
Türkiye devrimci hareketi asla buna izin vermeyecektir!
Dipnotlar:
[1] https://sendika.org/2022/12/secim-zaferi-esittir-iktidar-midir-673591/
[2] https://www.bbc.com/turkce/articles/c2ev3eyl028o
[3] https://sendika.org/2022/09/abd-rojavayi-turkiyenin-onune-mi-atmak-istiyor-666661/
[4] https://sendika.org/2022/11/neoliberalizm-mi-korporatizm-mi-670785/