AKP rejimi ve deprem
Millet İttifakı kendi içerisinde zayıf ve güçlü olmayan ve de rejimin bir diktatörlük baskısına direnemeyecek bir görüntü çizmektedir. Depremin ilk günlerinde İyi Parti’nin rejimin yanında konumlanması ve zaman geçtikçe de aslında rejimin deprem için hiçbir önlem almadığını fark ettikten sonra acele olarak alana inmesi gözden kaçmamıştır

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
(Ahmed Arif, Anadolu şiiri)
Son büyük deprem birçok boyutu ile analiz edilmesi gereken bir olaydır. Ama öncelikle bu olayın tam adını koymak gerekir. Bu deprem büyük bir felaket olduğu kadar aynı zamanda büyük bir katliamdır ve insanlığa karşı işlenmiş büyük bir suçtur.
Deprem toplumu derinden etkileyen genel bir toplumsal olay haline geldi. Depremin şiddetinin, rejimin geri ve faşist zihniyeti ile birleşmesi, büyük bir toplumsal yıkıma neden oldu. Kanımızca bu depremi şu boyutlarıyla analiz etmek gerekmektedir: AKP rejiminin depremin yıkıcılığı üzerindeki etkisi; depremin AKP rejimi üzerindeki etkisi; depremin toplum üzerindeki etkisi; depremin muhalefet üzerindeki etkisi ve devrimci ile demokratik hareketin en acil görevinin ne olduğunun doğru bir şekilde belirlenmesi.
Depremin bu kadar muazzam bir yıkıcı boyutunun olmasının altında yatan asıl neden AKP rejiminin karakteridir. Denebilir ki rejim, uygulamış olduğu bilinçlipolitikalarla adeta bu felaketi hazırlamıştır. Bilerek bilinçli bir politika diyoruz çünkü AKP afet politikaları noktasında bilinçli olarak bir tercih yapmıştır. Bu tercihin sonuçlarının böyle olacağını bilmesine rağmen bu tercihi yapmıştır. Onun yapmış olduğu bu bilinçli tercih ve bu tercihin fiili sonuçları deprem felaketine yol açarak katliama dönüşmüştür. Bu katliam ise hukuki olarak “insanlığa karşı suç işleme” ile eşanlamlıdır.
Eğer okur AKP’yi deprem aracılığı ile “insanlığa karşı suç işleme” ile suçlayarak abarttığımızı düşünüyorsa fena halde yanılıyor. Bu bir abartı değil gerçeğin ta kendisidir. Olay görev ihmalini ve dikkatsizliği ya da devlet imkanlarının yetersizlik durumunu devasa boyutlarda aşan ve de AKP politikalarının bizzat hazırladığı bir durumdur. AKP bu katliamı, ulusun bütün aklı başında ve vicdanlı bilim insanlarının uyarılarını bilerek bir kenara koyarak ve bilinçli bir şekilde kendi politikasında inat ederek bu katliamı hazırlamıştır. Ekonomide “ben ekonomistim” diyerek nasıl bir felakete bilinçli olarak imza atmışsa, deprem politikasına da bilinçli bir şekilde imza atarak, bu politikanın sonuçlarının insanlığa karşı suç işleme niteliğiyle birleşmesine neden olmuştur.
AKP toplumun bütün alanlarında bilim ile ters düşmekte ve çatışmaktadır. Peki bunu niçin yapmaktadır ve bu tercihi bilinçli midir yoksa bilinçsiz midir?
Bu sorunun cevabı o kadar basittir ki, cevabın basitliği bizzat insanı dehşete düşürmektedir. Cevap çok basit olduğu için sanki yetersizmiş gibi algılanmaktadır. Toplumu büyük bir yıkım ve kaosa sürükleyen politikanın amacı, yeşil sermayeyi büyük sermaye haline getirme ve toplumsal sermayenin ezici çoğunluğunun onun ellerinde birikmesini sağlamaktır. Bu toplumsal amacın aracı ise psikolojik savaş üzerine oturan ve komploculukla örülmüş olan faşist siyasettir. İdeolojik örtüsü ise politik İslam’dır ve her birinin bu amaç doğrultusunda ilerlerken belirli rolleri vardır.
Eğer AKP bilim ile çatışmadan bu toplumsal amaca yürümek isteseydi, bu amacını asla gerçekleştiremezdi. Çünkü bilim toplumun ihtiyaç ve önceliklerini ön plana alırken, AKP yeşil sermayenin ihtiyaç ve önceliklerine göre konumlanıyordu/konumlanmaktadır. Bu ikisi ise bırakalım çakışmayı ters yönlere doğru hareket etmektedir. Toplumun ihtiyaç ve öncelikleri yeşil sermayeninkilerine, bu sonuncularınkisi de toplumun ihtiyaç ve önceliklerine uymamaktadır. AKP bu çelişkiyi Prokrustes’in Yatağı yöntemiyle çözmeyi bilinçli olarak kabul etti. Yeşil sermayenin çıkarlarıyla uyuşmayan “fazla” toplum kesimlerinin kesilmesi kararı alındı yani feda edilecekti ve de kaderine terkedilecekti. Aynı şey demokrasi için de geçerliydi. Demokrasinin de “uzun tarafları” kesilerek “yatağa” uyumlu hale yani diktatörlük haline getirilecekti. Toplumun bütün alanlarında aynı mantığın olması, bilinçli bir politikanın olduğunu göstermiyor mu?
Özellikle deprem politikasında, AKP bu politikayı açıktan ve gizlemeden yaptı. Toplumsal yapı da onun bu politikasının hayata geçmesine uygundu. Halkın deprem noktasında bilinçsiz olması bir yana, bir de topluma din temelli uygulanan propaganda da bu deprem bilincini sürekli olarak bulanık hale getiriyordu. Deprem için toplanan vergiler amacı dışında bilerek kullanıldı. Kentsel dönüşüm, bugün deprem gerçeğinde ortaya çıktığı gibi, kentsel dönüşüm değil sadece yeşil sermayeye sermaye aktarma aracıydı ve yapılan konutlar da normlara uygun olmayıp ve de bu durum da bizzat siyaset ve yargı aracılığı ile gizleniyordu. Bilim insanlarının itirazlarına rağmen yapılan sekiz imar barışı, “ben sizi ölüme terk ediyorum” demekten başka bir şey değildi. Bu kadar tesadüf olmayacağına göre, bu politika bilinçli bir politika olup, sonuçları da dinsel ideoloji aracılığıyla bilerek kadere bağlanan bir metoda göre tasarlanmıştı. Bu haliyle bu katliam insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Bundan çıkan sonuç, depremin yıkıcılığının muazzam boyutlarını, bizzat AKP rejiminin politikaları hazırlamıştır. AKP’nin olayı nasıl değerlendirdiğinin bir anlamı ve önemi yoktur. Devrimci ve demokratik hareketin onu nasıl değerlendiği önemlidir ve zamanı geldiğinde bu rejimin sorumluları bu temelde yargılanacaklardır.
Çürümüş bir rejimin marifetiyle
Deprem öncesinde hiçbir önlem almayan ve her şeyi kadere terk eden devletin, deprem anında hiçbir planlama ve koordinasyonunun olmaması da çok doğaldır. Deprem stratejisinde temel amaç, deprem anında en az kaybın ve yıkımın oluşmasını sağlamaktır. Bunun için de yıllar öncesinden hazırlık yapılmalı, ilk olarak fay hatları üzerindeki konutlar taşınmalı, ikinci olarak da konutlar deprem standartlarına uygun yapılmalıdır. İşte o zaman deprem anında yıkımlar az olacağı için, acil müdahale de hem az hem de etkili olacaktır. Deprem öncesi politika ile deprem anı politikası bir bütündür ve bu bütün birbirinden koparıldığı zaman, bütün imkanlar yetersiz kalacaktır. Ama rejimin deprem karşısındaki yetersizliğini devasa boyutlara çıkaran bir diğer durum, kurumların liyakatsizlikten dolayı çürümüş olmasıdır. Etkin bir planlamanın ve koordinasyonun olabilmesi için etkin ve nitelikli kurumların yani örgütlenmenin olması gerekir. Çürümüş rejim kendi karakterini bütün kurumlara verdiği için, deprem anında planlama ve koordinasyon da çökmüştür. Çünkü planlama örgütlenmeye bağlı bir olaydır ve örgütün yani kurumun olmadığı yerde ne planlama ne de koordinasyon olur. Bunların üzerine rejimin imajını kurtarmak için uygulamış olduğu yani kendi dışında halkın kendiliğinden müdahalesini engelleyen yanlış politikası da eklenince, kriz büyük bir felakete dönüşmüştür.
Depremin ilk saatlerinde rejimin temel tutumu, kendisini koruma refleksiyle hareket etmek olmuştur. Bunun için Tek Adam iki gün “arazi olmuştur”. Depremin daha birinci saatinde, depremin büyüklüğü bir rapor ile masasına gitmiştir. Tek Adam depremin büyüklüğü ve şiddeti noktasında yeterli bilgiye, depremin daha ilk birkaç saatinde sahip olmuştur. İlk aklına gelen şey ise, bu depremin kendi iktidarına vereceği zararı nasıl bertaraf edeceği yani kendisini nasıl koruyacağı olmuştur. Çünkü deprem anında devlet araçlarının “yanlış kullanılması” rejimin bekasını kısa bir süre sonra tehdit edebilirdi. Bir iki günlük düşünmeden sonra, rejimin deprem karşısındaki temel politikası belirlenmiştir.
Şu anki manzara, rejimin deprem karşısındaki politikasının ana hatlarının şöyle olduğunu ortaya koymaktadır: Depremin büyüklüğü karşısında ordu, jandarma ve polisin tamamıyla seferber edilmesi yanlış olacaktır. Zaten deprem bölgesinde bu güçlerin bir kısmı da zarar görmüştür. Ulusun geri kalan güvenlik güçlerinin seferber edilmesi, depremin yıkıcılığının bu güçleri maddi ve manevi olarak yutmasına neden olacaktır. Ordunun bir kısmı zaten Suriye’de rejime ve PKK’ye karşı konumlanmıştır, elli-yüz binlik arası bir gücün de deprem için konumlanması rejimin güvenliğini tehdit edecektir. Çünkü daha önce yazdığımız makalelerde de belirttiğimiz gibi, AKP rejimi bir “seçim darbesi” yapmak istemektedir ve bunun için devletin kolluk güçlerine ihtiyacı vardır. Bu güçlerin deprem aracılığıyla zayıflaması, seçim darbesindeki bastırma görevlerini yapmaya engel olacaktır. Çünkü seçimleri çalacak olan Cumhur İttifakı’na karşı büyük ulusal direniş olayları başlayabilir ve devletin göstereceği bastırma zafiyeti bu direnişi daha da büyütebilir. Bundan dolayı rejim, ordunun yoğun olarak deprem bölgesine girmesini istememiştir.
AFAD da aynı anda çöktüğü için, devlet aslında gerekli müdahalenin gönüllüler tarafından yapılmasını istemiştir ama bu yardımların da AFAD’dan geçmesini isteyerek sanki devletin müdahalesi olarak algılanmasını istemiştir. Ama bu sefer de AFAD bu koordinasyonu sağlayamamıştır.
AKP oyun peşinde
AKP rejimi deprem olayını hiç kuşkusuz iktidarda kalmak için hazırladığı darbe stratejisine bağlayacaktır. Depremi bir yanda iktidarda kalmanın, öte yandan da muhalefeti bölmenin bir politik aracı haline getirecektir. Zaten uzun zamandan beri normal ölüm istatistiklerini yayımlamayı durdurmuştu ve deprem sisli bir hava yaratarak rejimin istediği bir ortam yaratmaktadır. Kısa dönemli olarak AKP’nin aleyhine olarak görünen politik manzara, orta dönemde muhalefetin aleyhine dönecek ve muhalefetin politik olarak altında kaldığı bir duruma dönüşecektir. AKP depremi kendi darbe stratejisine bağlayan ve bu temelde diktatörlüğü daha da koyulaştıran bir politik yola girecektir. Zaten Erdoğan’ın iki gün sonra ortaya çıkarken kullandığı tehdit dili de bunu göstermektedir.
Bazı gazetecilerin kulis bilgilerine bakılırsa ve Erdoğan’ın Bülent Arınç’ı konuşturmasıyla bu bilgiler birbirlerine bağlanırsa, AKP’nin deprem üzerinden yeni bir oyun peşinde olduğu ve bunları kendi darbe stratejisine bağlamak istediği görülecektir. Kulis bilgilerine göre, AKP’nin İyi Parti ile DEVA Partisi’ne seçimleri bir yıl erteleyerek Milli Mutabakat Hükümeti kurmayı teklif ettiği öne sürülmektedir. Böylece AKP hem zaman kazanmış olacak hem de Millet İttifakı’nı bölmüş olacaktır ve geleceğe dönük olarak da İyi Parti ile beraber hareket etmenin önünü açmış olacaktır. Zaten seçim darbesi kozu da sürekli olarak rejimin cebindedir (bunları daha önce yazmıştık). Gelen bilgilere bakılırsa şimdilik bu iki parti (İyi ve DEVA), AKP’nin bu oyununa gelmemiş gibi görünmektedirler.
Kamuoyunun geniş bir kesiminde, bu depremin toplumu deprem yönünden bilinçlendireceği ve eski hataların yapılmasına engel olacağı inancı mevcuttur. Bu inanç yanlıştır. AKP rejimi yerinde kaldığı müddetçe halkın deprem bilincinde bir ilerleme olmayacaktır. Çünkü sorun halkın deprem bilinciyle ilgili değildir. Halk yirmi dört yıl boyunca deprem için özel bir fonun oluşmasını kabul edip ve bu amaç için kırk milyar dolar toplanmasını sağlamıştır. Deprem sorunu kişilerin tek başına çözecekleri bir sorun değildir. Ulusal bir deprem politikası oluşturulmadan ve devlet iradesi güçlü bir şekilde bu planın arkasında olmadan sorunun çözümü imkansızdır. Bu da ancak demokratik bir iktidar ve düzen ile mümkündür. Bu tür ulusal planların denetlenmesi olmadan ve sorumluluklar belirlenip ve de sonuçları yargı aracılığıyla cezalandırılmadan bu tür planların uygulanması mümkün değildir. Bunun olabilmesi için de kuvvetler ayrılığının tesis edilmesi gerekir ki, bu da demokratik bir düzenin kurulmasına göbekten bağlıdır. Halk kendi üzerine düşen görevi yapmasına karşın, devlet ya da hükümet bu görevi, yeşil sermayeyi palazlandırma politikasına bağlayarak içini boşaltarak, mevcut katliamı hazırlamıştır. Sorunun çözümü ilk olarak AKP rejiminin devrilmesinden geçmektedir.
“Muhalefet sorunu”
Sorunun çözümü AKP rejiminin devrilmesinde olunca, bu sorun kaçınılmaz olarak muhalefetin AKP rejimi karşısındaki tutumunun niteliğine gelip dayanmaktadır. Türkiye’de halkın tek bir AKP rejimi sorunu yoktur ama bir de “muhalefet sorunu” vardır.
Deprem katliamının bütün sorumluluğu AKP rejimi üzerinde olmasına karşın, rejim hesap vereceği yerde açıkça hesap sorma ve tehdit etme dilini bilerek seçmektedir. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, bütün yıkımın sorumlusu olarak neredeyse muhalefeti göstermektedir. Bu da rejimin bundan sonra neye hazırlandığının ve adım adım totalitarizme doğru evrileceğinin bir göstergesidir. Zaten daha önce de yazdığımız gibi, rejim bir “seçim darbesi”ne hazırlanıyordu ve bütün politikalarını da bu seçim darbesine göre ayarlamıştı. Başka bir deyişle tek seçeneği olan bir seçim hazırlığı peşindeydi. Seçimlerin tek kazananı olacaktı yani AKP’nin seçimleri kazandığı algısı yapılarak seçimler çalınacaktı ve buna itiraz edenler de acımasızca bastırılacaktı. Kısacası seçimler bir göstermelik olarak yapılacaktı ve göstermelik seçimler ile bir meşruiyet algısı yaratılacaktı. Bu zaman zarfında da muhalefet azami derecede bölünerek zayıf gösterilecekti.
AKP’nin bütün bu darbe planlarının arkasında yatan ana motivasyon da “devletin ele geçirilmiş” olmasıdır. Devletin şiddet araçlarının (Ordu, Jandarma, polis, istihbarat ve yargı) AKP’nin “özel mülkü” haline getirilmesi, onun darbe mekaniğinin temelini oluşturmaktadır. O halktan ziyade bu bürokratik güçlere güvenmektedir ve bu güçleri ele geçirmek için yirmi yıldır neredeyse “sürekli darbe” politikasını uygulamaktadır. Bu güçleri büyük bir zahmet ile ele geçirdikten sonra, tarihin en kritik seçimlerinde kullanmamak eşyanın tabiatına aykırıdır. AKP rejiminin seçim konumlanması, devletin bu şiddet araçlarının muhalefet üzerinde nasıl kullanılacağı ve bunun için asgari olarak nasıl bir meşruiyet elde edileceği üzerine kurgulanmıştır.
Peki rejimin bu darbe stratejisi karşısında muhalefetin bir politik ve askeri önlemi var mıdır?
Millet İttifakı kendi içerisinde zayıf ve güçlü olmayan ve de rejimin bir diktatörlük baskısına direnemeyecek bir görüntü çizmektedir. Depremin ilk günlerinde İyi Parti’nin rejimin yanında konumlanması ve zaman geçtikçe de aslında rejimin deprem için hiçbir önlem almadığını fark ettikten sonra acele olarak alana inmesi gözden kaçmamıştır. AKP’nin seçim darbesinden sonra da, ona karşı tutum sorununda Millet İttifakı’nı ilk terk edecek ya da kendisini eylemsizliğe sürükleyecek (CHP dışındaki partiler de aynıdır) ilk parti İyi Parti olacak ve CHP AKP’nin seçim darbesi karşısında yalnız kalacaktır. Bu darbe sürecine direnenler onun sağındaki değil solundaki partiler olacaktır. Başta HDP ve müttefikleri olmak üzere, diğer sosyalist partiler ve örgütler olacaktır. Bundan da anlaşılacağı gibi, CHP yanlış bir ittifak sistemine sahiptir.
CHP’nin muhafazakâr kesimle bir ittifak ilişkisine girmesi özünde yanlış değildir. Çünkü bu partilerin de rejimden uzak tutulmaları gerekmektedir ama bu ittifak stratejik değil taktik çerçeve ile sınırlı olan bir ittifak sistemi olmalıdır. CHP asıl ittifakı sol tarafındaki partiler ile yapmalıdır ama bunu açıktan yapmasına da gerek yoktur. Sol tarafındaki ittifaklık “derine gömülerek” de yapılabilir. Bunun nasıl olması gerektiğini gelecek makalelerde ele alacağız. Ama bu strateji kaçınılmaz olarak siyasi ve askeri ayağı olan özel bir politikaya dayanmalıdır. Bu politika hali hazırda daha dar bir şekilde Kürt Hareketi’nde mevcuttur sadece bu politikanın daha geniş bir Türkiye versiyonu kurulmalıdır.
Bütün bu analizler bizi Türkiye devrimci ve demokratik hareketinin en acil görevi sorununa getirmektedir. Bu acil görev AKP faşizmini yıkmaktır. Ama bu görevi de doğru bir şekilde anlamak gerekir. Bundan hemen rejimi yıkmak için harekete geçmeyi anlamamak gerekir. Sadece bu görevin gerektirmiş olduğu politikaların ve yol ile yöntemlerin doğru belirlenmesini ve de gerekli iradenin ortaya konulmasını anlamak gerekir.
Ülkenin kurtuluşu devrimci ve demokratik hareketin sıkı bir ittifakına bağlıdır. Zaten Şair de umudunu buna bağlamıştır:
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?
(Ahmed Arif, Anadolu şiiri)