Çanlar Kimin İçin Çalıyor? (I)

Hem dünya ile bölge hem de Türkiye siyasetinde büyük bir dönüşümün gerçekleştiği ve bu dönüşümün ise büyük olaylara neden olacağı herkes tarafından genel kabul gören bir fikirdir. Bu olayların ise bazı güçleri ya yok edeceği ya da çok zayıflatacağı ve bazı güçleri de daha da güçlendireceği sanılmaktadır. Bütün mesele bunların kim olacağının tam olarak bilinememesidir ve bundan dolayı da “çanların kimin için çaldığı” şu an belli değildir. Ama yine de olayların gelişimi bize çanların kimin için çaldığı noktasında bazı ip uçları sunmaktadır.

Çanlar Kimin İçin Çalıyor? (I)

Çanlar Kimin İçin Çalıyor?

Kemal Erdem

Hem dünya ile bölge hem de Türkiye siyasetinde büyük bir dönüşümün gerçekleştiği ve bu dönüşümün ise büyük olaylara neden olacağı herkes tarafından genel kabul gören bir fikirdir. Bu olayların ise bazı güçleri ya yok edeceği ya da çok zayıflatacağı ve bazı güçleri de daha da güçlendireceği sanılmaktadır. Bütün mesele bunların kim olacağının tam olarak bilinememesidir ve bundan dolayı da “çanların kimin için çaldığı” şu an belli değildir. Ama yine de olayların gelişimi bize çanların kimin için çaldığı noktasında bazı ip uçları sunmaktadır.

Siyasal alandaki bütün güçlerin, belirli bir “gizli ajanda”ları bulunmaktadır ve bu ajandalarını ise farklı söylemlerle örtmektedirler. Bundan dolayı, olaylar çok karmaşık görünmekte ve bu siyasi aktörlerin tam olarak ne yapmak istedikleri anlaşılamamaktadır. Gizli ajandalarını saklamalarının nedeni, bir amaca yürürken ittifak sistemlerini daha geniş tutmak, düşmanlarını ya da rakiplerini daha dar biçime sokmak ve bazı güçleri de hareketsiz tutarak, düşman tarafına geçmesine engel olmaktır. Son olarak da, bazı güçleri birkaç adım için kullanıp daha sonra tasfiye etmek içindir. Bundan dolayı gizli bir ajanda ile hareket etmek zorunludur. Tam olarak ne istediğini bilen, bu temelde ittifaklarını (kısa, orta ve uzun) doğru kuran ve düşmanlarını ise zaman içinde birbirinden ayırarak zayıf duruma getirmesini bilenler, bu mücadeleyi kazanacaklardır.

Gizli ajanda oluşturarak iktidara ilerleme ya da iktidarını koruma stratejisi, genellikle bu stratejiyi örten ikili bir siyasi görünüm ve söylem yaratma ile el ele gider. Gizli bir stratejiyi farklı bir söylem ile perdeleme taktiği, başkalarının stratejisi içine girildiği görünümü oluşturarak bir yandan zaman kazanmaya yöneliktir, öte yandan da başka güçlerle belirli bir zamanda etkili bir şekilde birleşme bekleyişinin sonucudur. Kısacası güç biriktirirken ve kaderi tayin edici zamana doğru ilerlerken güçlerini saklamanın metodudur. Özü itibariyle aldatmadır ama bundan başka bir yol da zaten mevcut değildir.

Farklı güçlerin bu perdeleme için oluşturmuş olduğu söylemlerin arka planında bulunan gizli ajandalarını ve bu sonuncusu ile söylem arasındaki farkı anlayabilmek için, gizli ajandayı yani gizli stratejiyi önce deşifre etmek gerekmektedir. Bunun için ise güçlü bir felsefi ve ideolojik birikime sahip olmak gerekir. Sonuçta ideolojiler “düşünce aletleri”dir ve alet ne kadar doğru ve etkili ise çözeceği olaylar da o kadar doğru olacaktır.

Konjonktürü analiz ederken kısaca ele aldığımız bu “gizli ajanda” ve “aldatma” politikasıyla sık sık karşılaşacağız. Gizli ajanda ya da strateji ile aldatmanın birleştirilmesine dolaylı strateji de denilmektedir. Dolaylı strateji aynı zamanda çıkarların kesişme siyasetini yönetmeyi de içerir. Farklı güçler, farklı gizli ajandaları için aldatma temelli olarak farklı bir söylem ile taktik ittifaklar (kesişme siyaseti de denebilir) yaparlar. Bu kesişme siyasetinin hedefi, aldatma siyaseti aracılığıyla, rakip güçlerin gizli ajandalarını çıkmaza sokarak gerçekleşmesini engellemeye ama kendi gizli ajandasını da ilerletmeye dönüktür. Bu siyaseti iyi yöneten güçler, sürecin sonunda kazanan güçler olacaktır.

O halde eldeki veriler ışığında “çanların kimin için çaldığı”nı kısa ve öz bir şekilde anlamaya çalışalım.

Konjonktür Değişimi

Batı emperyalistleri ile Doğu emperyalistleri arasındaki emperyalist nüfuz ve paylaşım mücadelesi, giderek bir savaşa doğru evrilmektedir. Eski barışçıl araçlarla mücadele yerini savaşla mücadeleye bırakmaktadır. Batı’lı emperyalistlerin Doğu’lu emperyalistleri bir dünya savaşı aracılığıyla yenme politikası Joe Biden ile başlamıştır ve farklı bir şekilde Donald Trump ile devam edecektir.

ABD’de farklı partilerin iktidarına göre dünya siyasetinde farklı sorunların öne çıkması (Biden döneminde Ukrayna’nın ve Trump döneminde de Suriye ile İran’ın), bu partilerin dünya savaşı siyasetini farklı biçimlerde ele almasının sonucudur. Ama temel eğilim yani savaş aracılığıyla Rusya ve Çin’in emperyalist kapasitelerinin yok edilmesi anlayışı değişmeden kalmaktadır. Bu süreç geri döndürülemez bir şekilde başlamıştır ve tarihsel sonuçlarına kadar gidecektir. Konjonktürdeki bu değişim bütün küresel politikayı etkisi altına almıştır ve olaylara bu temelde yaklaşmak gerekmektedir. Bununla anlatmak istediğimiz, ABD ile müttefiklerinin Rusya ve Çin’in emperyalist kapasitelerini yok etmeye dönük bir küresel stratejilerinin olduğu ve bölgesel stratejilerin de bu küresel stratejinin gerçekleşmesine hizmet edecek şekilde kurulduğudur. Belirli bir bölgede yaşanan savaşlar, ucu açık bir politikanın sonucu olmaktan ziyade, kesin bir amaca bağlanmış ya da bağlanmak istenen bir politikanın sonucudur. Konjonktüre bu temelde yaklaştığımız zaman, olayların mantığını anlamak daha kolay olacaktır.

Trump, Ortadoğu ve Türkiye

Trump Cumhuriyetçi Parti içinden çıkmasına karşın, faşist Amerikan siyasetinin temsilcisidir. Cumhuriyetçi Parti içindeki Neo-Con’lar uzun zamandan beri ABD’deki evanjelik faşistlerle ittifak ilişkisi içerisindeydiler ve onları kendi yedeklerine almışlardı. Küreselleşmenin olumsuz sonuçları, bu faşistleri giderek güçlendirerek muhafazakarların yerini almalarına neden oldu.

Trump Cumhuriyetçi politikaların ana iskeletini almasına karşın, bu iskeletin ruhunu faşist bir dünya görüşü ile doldurmak istemektedir. Bu temelde ABD’yi dizginleyen moral engellerden de kendisini kurtarmaktadır. Hiç kuşkusuz bu politika orta ve uzun vadede ABD için felaket ile sonuçlanacak ve de ABD içsavaşa sürüklenecektir.

ABD önderliğindeki Batı emperyalist ittifakının, Çin ve Rusya’ya karşı etkili bir mücadele verebilmesi için, denge siyaseti izleyen Erdoğan rejiminin bu denge siyasetini terkettirmesi ve tamamen Türkiye’yi Batı’ya bağlaması gerekmektedir. Bu sorun otuz yıldır ABD’nin Ortadoğu ve küresel stratejisinin merkezinde bulunmaktadır ve Erdoğan’dan önce devreye sokulmuş bir politikadır.

Erdoğan daha 1990’lı yıllarda Gülen Cemaati ile ittifak kurarak, onun üzerinden ABD ile ittifaklık ilişkisi geliştirdiği zaman, işte yukarıda belirttiğimiz dolaylı strateji temelinde gizli ajanda ve farklı söylem stratejisini kullanarak, ABD ile müttefiklerini aldatan bir politika geliştirmiştir. Erdoğan söylemde ve görünüşte hep ABD ile birlikte bir profil çizmiş ama pratikte ise sürekli olarak onu boşa düşüren ve ondan kısmi olarak uzaklaşan bir politika geliştirmiş ve de zamanla bu strateji temelinde de denge siyasetine geçmiştir. Bu temelde Oğul Bush ile Obama’yı oyalayarak ve iç politikada iktidarın iplerini tam ele geçirerek faşist bir rejime doğru yol almıştır.

Trump ilk başkanlık döneminde Erdoğan’ı kazanmanın mümkün olmadığını anlamış ve onu aldatarak ABD’ye bağlamak istemiştir. Bu temelde ona İran ile Suriye rejimlerini beraber yıkan bir politika önermiştir. Erdoğan Oğul Bush ve Obama’ya yaptığı gibi bu politikayı görünüşte kabul eden ama pratikte baltalayan bir politika izlemiştir.

Daha önceki makalelerde de defalarca belirttiğimiz gibi, Erdoğan Oğul Bush ile Obama’ya yaptığı gibi, Trump’a da birlikte stratejik olarak çalışabilecekleri sözünü vermiş ve hatta bu temelde bir strateji üzerinde anlaşmışlardır. Trump’ın ilk döneminden günümüze kadarki olaylar dikkatli olarak birbirlerine bağlandıklarında, ABD ile Türkiye’nin geçmişte üzerinde anlaştığı dünya ve bölge politikasının genel çerçevesini şu şekilde özetlemek mümkündür:

1-   Batı‘nın, Rus ve Çin rejimleriyle birlikte onların müttefikleri olan devletleri (İran ve Suriye gibi) yıkma sürecinde, Türkiye gerçek anlamda stratejik bir ortak gibi davranacaktır.

2-   Rus, Çin, İran ve Suriye’deki rejimlerin yıkılmaları sürecinde, Türkiye Pantürkist ve Panislamist bir yayılma oluşturarak ve bu yayılmayı Batı ile sıkı bir strateji ile birleştirerek, bu rejimlerin bırakmış olduğu boşluğu bir noktaya kadar dolduracaktır.

3-   Türkiye, Batı stratejisine adapte olma ve onunla geliştireceği stratejik derinliğine göre, bu rejimlerin yıkılmaları sırasında ortaya çıkacak olan Kürt sorunundan korunacaktır.

4-   İran ve Suriye rejimlerinin devrilmesinden sonra ortaya çıkan boşlukta Türkiye’nin zarar görmemesi için, Türkiye bölgede Kürtlerin hamisi olmalıdır ve bu temelde Irak, Suriye ve İran Kürtlerini kanatları altına almalıdır.

5-   Türkiye dışındaki bütün Kürt parçaları KDP ile YNK’nin önderliğinde Türkiye’nin kanatları altına alınacak ve PKK ile uzantıları (PYD-PJAK) tasfiye edileceklerdir. Buradaki tasfiye sözcüğü doğru anlaşılmalıdır. Bağımsız hareket eden eski kadrolar tasfiye edilecek, kurumsal yapılar da (PYD, PJAK, PDÇK vs.) KDP ile YNK’ye eklemlenerek çizgileri değiştirilecektir.

6-   Bu temelde Türkiye, Musul ve Kerkük üzerinde Kürtlerle birlikte hak iddia edebilecek ve buraların yönetimine etkin olarak katılabilecektir.

7-   Bu bölgesel ve dünya siyasetindeki ortaklık temelinde Türkiye, Rojava’nın 30 km içlerine girerek bir “güvenli bölge” oluşturacak ama bu bölgeyi Suriye rejiminin devrilmesi için bir savaşla birleştirecektir. Suriye rejiminin devrilmesi sürecinde birçok Batı’lı devlet ve cihatçılar Türkiye’ye yardım edecektir.

8-   Türkiye ile bazı Batı’lı devletler Suriye’de rejimi devirmek için harekete geçerlerken, ABD ile İngiltere yine başka müttefiklerle birlikte (Avrupa’lı, İsrail, Körfez monarşileri, Japonya, Avusturalya, Kanada gibi, yine Cihatçılar, İran muhalefeti ve PJAK-YPG vs.) İran rejimini devirmek için harekete geçeceklerdir.

9-   İran ve Suriye rejimlerinin yıkılmalarıyla birlikte ortaya çıkacak bölgesel boşluğu Türkiye ile İsrail dolduracaklardır.

10-                 Rusya’nın zayıflatılma sürecinde de Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya’da Türki cumhuriyetleri birleştirerek onların hamisi durumuna gelecektir.

11-                 Çin rejimi yıkıldığı zaman Uygurlar da bu Türki cumhuriyetler birliğine katılabilecektir. Çünkü Çin küçültülecektir: Tibet, Uygur, İç Moğolistan, Hong Kong, Taiwan vs. Çin’den tamamen ayrıştırılmaya çalışılacaktır.

12-                 Bu stratejik plan üzerinde Türkiye, Rojava’da elde edeceği toprak parçasını İran’a yönlendirilecek Cihatçıların toplanma ve aktarma merkezi gibi kullanacaktır.

13-                 Trump’ın bu stratejisine tamamen giren Türkiye’nin, iç politikada eli ve kolu serbest olacaktır. Türkiye’de tamamen demokrasiyi ortadan kaldıran bir rejime dışarıdan bir baskı olmayacaktır.

14-                 Yine bu temelde Erdoğan’ın uluslararası alanda işlemiş olduğu bütün suçlar sümenaltı edilecektir.

15-                 Bu politika Türkiye’nin ABD’nin kanatları altında bulunan Kürtlerle uzlaşmasını gerekli kılmaktadır. Rojava’daki Kürt özerk yönetimi ile Türkiye’nin anlaşması bir noktaya kadar zorunludur. ABD stratejisi, Türkiye ile PYD-PJAK’ın aynı strateji içerisinde olmasını öngörmektedir.

16-                 Türkiye ile PYD-PJAK’ın ABD stratejisi içerisinde “birlikte varolabilmeleri” için üç şey gereklidir: a-Türkiye’nin denge siyasetini bırakarak Batı’nın yanına geçtiğini gösteren bir hamlenin (ABD yönetimi Türkiye’nin gerek Rojava üzerinden gerekse de İdlib’teki cihatçılar ile birlikte Suriye’ye karşı savaşmasını böyle bir gösterge gibi ele almaktadır) yapılması; b-ABD önderliğinde Türkiye ile Suriye Kürtleri’nin uzlaşması; c-ABD’yi tatmin eden ve Türkiye’nin Batı’nın yanına geçtiğini gösteren bir hamleden sonra, Türkiye ile Batı’nın ortaklaşa PKK’yi Kandil’de ezmesine geçiş, ki bir tür 1999 komplosunun tekrarıdır.

ABD’nin bu stratejisi Trump’ın ilk iktidara geldiği dönemi yani 2017-2021 yıllarını kapsamaktadır. Trump’ın bu ilk stratejisinde Rusya ile İran’ın zayıflamaları gündemde olmadığı için, bu iki ülkenin Suriye’de güçlü bir şekilde tutunmaları öngörülmekteydi. Ama 2022’deki Ukrayna savaşı ile Rusya ağır yara aldı ve 7 Ekim 2023 tarihli Hamas saldırısından sonra da İran ile müttefikleri Hizbullah ve Hamas büyük darbe aldıktan sonra, İran’ın zayıflaması da gerçekleşince, Trump’ın Suriye politikasında önemli bir değişiklik ortaya çıktı. Trump diplomasi (Körfez monarşileri ile sağlam bir stratejik ittifak ve Rusya ile Ukrayna üzerinden anlaşma) ile savaş alanındaki açık (İsrail ordusu ile bölgedeki müttefik orduları) ve gizli güçleri (HTŞ)(1) birleştirerek, Türkiye’ye ihtiyaç duymadan Esad rejimini yıkma olanağına kavuştu. Trump’ın iddia ettiği gibi Suriye’de Esad rejimini düşüren Türkiye değildir. Türkiye bu sürecin arkasından gitmek zorunda bırakılmıştır. Trump’ın kafa karıştırıcı açıklamaları, birçok kesimin belirttiği gibi bir politik tuzaktır. Bütün mesele bu tuzağın ne olduğunu anlamaktır.

Burada kısa bir parantez açıp, Esad rejiminin düşüşü sırasında neler olduğunu anlamak önemlidir. Yukarıda çerçevesini belirttiğimiz ve Trump ile Erdoğan’ın anlaştığını varsaydığımız stratejiye göre, Türkiye Suriye rejiminin yıkılmasına bir stratejik ortak gibi katılacaktı. Bunu yaparken de, Rusya ve İran ile de cepheleşecekti. Bu cepheleşme onun İran rejiminin yıkılmasına da ciddi bir ortak olarak katılmasına angaje olduğu anlamına gelecekti. Trump, Erdoğan’ı Suriye’de iki cephe üzerinden Rusya ve İran ile karşı karşıya getirmek istiyordu. Bunlardan ilki İdlib’deki cihatçıların Şam’a bir hamlesi aracılığıyla, diğeri de Rojava’ya saldırmasını sağlayaraktı.

Erdoğan Trump’ın ilk başkanlık döneminde ne İdlib üzerinden ne de Rojava üzerinden Rusya ve İran ile cepheleşmeyi göze aldı. HTŞ’nin 2017 Ocağı’ında kurulması ve Şam’ın Fethi Cephesi’ni kurarak diğer cihatçı örgütleri kendi şemsiyesi altına alması ile Türkiye’nin kontrolünde olan ÖSO’nun (SMO) aynı anda harekete geçerek ve Türk Ordusu’nun da sınırı geçerek Şam üzerine hep birlikte yürümesi planlanmıştı. Türk askerlerinin vurulduğu Şubat 2020’de böyle bir zemin oluşmasına karşın, Erdoğan Rusya ve İran ile savaşı göze alamadı ve Putin ile tekrar anlaşmak zorunda kaldı. Aslında başından beri Erdoğan’ın Trump’ı oyalama taktiği söz konuydu ve amacı ABD seçimlerine kadar onu oyalayarak ve seçimi kaybetmesi ile de bu baskıdan kurtulma politikası güdüyordu.

Trump aslında İdlib’ten önce Erdoğan’ı Doğu’lu devletler ile karşı karşıya getirme politikasını Rojava’da denedi. 2019’un sonlarında Rojava’yı bilerek Türkiye’ye açık hale getirerek ve belirli bir kesimini işgal etmesini sağlayarak Rusya ve İran ile karşı karşıya gelmesini sağlamak istiyordu. Ama Erdoğan Trump’ın hiç beklemediği bir diplomatik manevra yaparak, Rusya ile anlaşarak Barış Pınarı Hareketi sırasında İran ile Suriye’nin bu hareket sırasında Türkiye’ye saldırmasının önüne geçince yani Rojava elden giderken Trump’ın beklediği cepheleşme olmayınca, herkesin bildiği tehditi yaptı ve Erdoğan’ı durdurdu. Barış Pınarı Hareketi’nden birkaç ay sonra (Şubat 2020) ise yukarıda belirttiğimiz İdlib provakasyonu yaşandı ve Türkiye buradaki cihatçıların provakasyonu ile başta Esad rejimi olmak üzere İran ve Rusya ile karşı karşıya getirilmek istendi ve de bu temelde 33 askerin (bazı kaynaklar daha fazla olduğunu belirtmektedir) ölümü gerçekleşti. Devlet Bahçeli’nin savaşa girmek için bastırmasına karşın Erdoğan, geri çekilmeyi tercih etti ve Putin ile daha önce varolan Astana ve Soçi kararlarını sürdürme kararı aldı. Zaten hemen sonrasında Covid 19 dünyaya yayılarak pandemi haline geldi ve herşey askıya alındı.ABD’nin de yine 2020’nin sonunda başkanlık seçimine gitmesi neredeyse herşeyi dondurdu. 2020’nin sonunda başkan seçilen Biden ise dikkatini ve önceliğini Ukrayna’ya verince, Suriye sorunu “dondurucuya” konuldu ve ta ki Trump bu yılın Kasım ayında yeniden başkan seçilinceye kadar.

Suriye’de Esad rejiminin düşürülmesi, ABD, İngiltere ve İsrail’in, Körfez monarşileriyle yapmış oldukları ittifakın sonucudur yoksa Türkiye ile yapılan bir anlaşmanın sonucu değildir. HTŞ’nin iplerini ellerinde bulunduranlar sanıldığının tersine Türkiye değil Körfez monarşileri ve Ürdün’dür. Zaten HTŞ’yi finanse edenler başta Suudi Arabistan,BAE, Katar ve Bahreny’dir. Ürdün de bu ülkelerle birlikte hareket etmek zorundadır aksi taktirde kendi başına da aynı olaylar gelecektir.

Esad rejiminin bu şekilde yani Batı önderliği altında düşmesinde Erdoğan’ın aslında stratejik bir çıkarı yoktur. AKP için yerinde kalan bir Esad rejimi, Batı’nın kontrol ettiği bir HTŞ iktidarından çok daha iyidir. Çünkü Esad rejimi zayıf bir rejimdi ve Erdoğan rejimine tehdit içermeyen ve daha çok kendi derdine düşmüş bir rejimdi. Üstelik Esad rejimi, İsrail ile İdlib’te sıkışan cihadçıları birbirinden ayırdığı için, Türkiye’nin bölgenin bütün cihatçılarını kontrol etmesine ve bu cihatçıların kendisine karşı dönmesine de engel oluyordu. Ama İdlib’te sıkışmış olan cihatçılar şimdi iktidardalar ve sırtlarını başta Körfez monarşileri olmak üzere İsrail ile birlikte bütün Batı’ya dayamış durumdadırlar. Artık Türkiye’ye bağımlılıkları da kalmamış durumdadır. Bundan sonra Türkiye ile ilişkileri ve tercihleri de farklı olacaktır.

Batı ve Körfez monarşileri ile Erdoğan rejiminin bölgede stratejik olarak ayrıştığı her durumda, bu cihatçılar Batı’nın yanında yer alarak Erdoğan rejimine tehdit olacaklardır. İlk işleri SMO’yu dağıtmak ya da kendilerine katarak, Erdoğan’ın Suriye’deki ellerini kırmak olacaktır. Nasıl Esad rejimini yıktılarsa, SMO’yu da zayıflatarak dağıtacaklar ve kendilerine bağlayacaklardır. Hem Batı ve Körfez monarşileri ile güçlü ilişkilerine hem de Suriye’deki iktidar olanaklarına dayanan HTŞ, SMO’yu kendisine kattığı andan itibaren, Türkiye’deki milyonlarca Suriye’li göçmen içinde güçlü bir örgüt ağına sahip olacaktır. Bu örgüt aracılığıyla Türkiye’yi içten tehdit etmek ve başka tehditlerle bir master plan aracılığıyla birleşmek, Erdoğan rejiminin sonu olacaktır. Aslında HTŞ’nin Suriye’de iktidarı, Türkiye’de Erdoğan rejiminin sonuna giriş oluşturmaktadır. AKP için HTŞ tehditi, Esad tehditinden çok daha güçlü ve tehlikelidir.

Batı ve Körfez monarşilerinin HTŞ üzerinden Erdoğan iktidarına bir tehdit yaratmamalarının ve onun ile Suriye’de ortak bir çalışma yapmalarının yegane koşulu, Erdoğan’ın Batı’nın stratejisiyle uyumlu bir şekilde hareket etmesidir. Erdoğan az yukarıda belirttiğimiz ABD ile olan stratejiye bağlı mı kalacaktır yoksa görünüşte bu politikayı kabul ederek, başka bir gizli ajanda ile mi hareket edecektir. Bugün Batı ile Körfez monarşileri, Erdoğan’ın Suriye’de serbest hareket etmesi için alanı açmış bulunmaktadırlar ama bu devletlerin bölge ile küresel politikalarına angaje olmaması durumunda da Erdoğan’ın politik alanını daraltacaklar ve hatta onun iktidardan düşürülmesine kadar giden olaylar zincirini tetiklemeleri kuvvetle muhtemeldir. Belki de Esad’ın düşürülme politikası, Erdoğan’ın düşürülmesine giden olaylar zincirinin ilk halkasını oluşturmaktadır. Bekleyip göreceğiz...

Batı ile Körfez monarşilerinin (hatta Colani de buna katılmıştır) Erdoğan’dan temel beklentisi, İran rejiminin yıkılması sürecinde Türkiye’nin gerçek bir stratejik ortak gibi hareket etmesidir, ki bu Türkiye’nin İran ile savaşı anlamına gelmektedir. Bizim tahminlerimize göre Erdoğan, Trump ve ortaklarının kendisine bir tuzak kurduklarının farkındadır ve onlarla işbirliğine girerken, bir yandan belirli bir kazanım elde etmek istemekte, öte yandan da onları zaman içinde bölmeye çalışarak boşa düşürmek istemektedir. Bütün mesele bunu yapıp ya da yapamayacağıdır.

Aynı durum PKK-PYD için de geçerlidir.

Esad rejiminin düşüşü PKK’nin bağımsız politikasının altını daha fazla boşaltmıştır. PYD’nin Suriye siyaseti içinde Batı’nın desteği ile kendi yerini sağlamlaştırması, aynı zamanda onun daha da fazla Batı’nın güdümüne girmesine neden olmuştur/olmaktadır. Suriye’de güçlenen, “Apo’cu çizgideki PYD” değil ama ABD’nin ona giydirmeye çalıştığı “Barzanici PYD”dir. Batı PYD ile YPG içindeki Apo’cu kadroları giderek tasfiye ederek, bu yapıyı KDP’nin hegemonyası altına almaya çalışmaktadır. Bu süreç 2014’teki Kobane saldırısı ile başlamıştı ve o gün bugün de devam etmektedir. Esad rejiminin düşüşü ve HTŞ iktidarıyla birlikte, giderek PYD içindeki PKK çizgisi tasfiye edilmeye ve KDP’ye yamanmaya çalışılacaktır. Bu sürece güçlü geçiş, Türkiye’nin denge siyasetinin yok edilmesinden sonra düşünülmektedir. Türkiye’de Batı lehine güçlü bir siyasi kırılma ile PYD’nin PKK’den tam kopartılması (siz Kandil’de PKK’nin ezilmesi diye okuyun) el ele gelişecek bir süreçtir.

Burada ilginç olan nokta, Esad rejiminin Batı’nın önderliğinde düşürülmesinden sonra, ABD’nin hem AKP’ye hem de PKK’ye uygulamış olduğu bağımsız denge siyasetini terketme baskısının daha da artacağıdır. ABD bu her iki hareketin bağımsızlıklarını yok ederek, stratejik olarak tamamen kendisine bağlamak istemektedir. Çünkü Trump’ın İran stratejisi bunu gerektirmektedir. (bu noktaya tekrar geri döneceğiz).

Bu yukarıda çerçevesini çizdiğimiz strateji ABD’nin genel stratejisidir ve bütün taraflar (AKP, MHP, PKK, PYD, PJAK, KDP, YNK) görünürde bu stratejiyi kabul ederek, ABD ile beraber hareket edeceklerinin sözünü vermişlerdir. Ama işin ilginç yanı ABD, İngiltere ve İsrail’in bu stratejisini görünürde Körfez monarşileri ile birlikte güçlü Avrupa’lı devletler de kabul etmişlerdir. Çünkü ABD ile müttefiklerine açıkça “hayır” demek mümkün değildir ve bedeli çok ağırdır. Bunun bilincinde olan bütün siyasi aktörler, ABD’ye karşı direk bir tutum almayarak “dolaylı” bir tutum almaktadırlar.

İşte bütün mesele de bu andan itibaren başlamaktadır.

Bu noktada şu tespiti yapmak gerekmektedir: ABD’nin stratejisini görünürde kabul eden aktörler ile gerçekte kabul eden aktörler kimlerdir?

Görünürde kabul edenler AKP, PKK (PYD-PJAK) ve YNK’yi de bir noktaya kadar bu gruba koyabiliriz. Gerçekte kabul eden ise MHP’dir. KDP ise Türkiye ile ABD arasında gelip gitmektedir. İsrail, İngiltere, Fransa, Almanya ve Körfez monarşileri de gerçekte bu politikayı kabul ederek Trump ABD’si ile iş tutmaktadırlar.

ABD ile müttefiklerinin Ortadoğu’daki politikalarını anlamak için Ortadoğu’daki cihatçı terörizmin jeopolitiğinin iyi anlaşılması gerekmektedir. Bugün Suriye’deki olayların anlaşılmasını olanaksız kılan durum, bu cihatçı terörizmin jeopolitiğinin iyi bilinmemesidir.

(devam edecek) 

DİPNOT:

1-Bundan önceki makalede (Halep Saldırısının Arkasında Kim var?), olayların sıcaklığı içerisinde, HTŞ’nin arkasında ABD ile müttefiklerinin olduğunu belirten bir tespit yapmıştık. Bu tespit genel olarak doğru olmasına karşın yine de genel olduğu için eksiktir. Bizim tahminlerimize göre HTŞ’nin arkasındaki temel güçler direk ABD, İngiltere ve İsrail’den ziyade daha çok Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Ürdün gibi ülkelerdir. ABD, İngiltere, İsrail, Fransa vs. bu Körfez monarşileri aracılığıyla kendi stratejilerini Suriye’de uygulamaktadırlar.