Çanlar Kimin İçin Çalıyor? (V)
İtiraf etmek gerekir ki, bu karmaşık tablo içerisinde en büyük güçlük PKK’nin Kandil Önderliği’nin omuzları üzerinde bulunmaktadır. Bir yandan jeopolitik durumun karmaşıklığı çok büyük bir güçlük oluştururken, öte yandan hareketin önderi olan Abdullah Öcalan ile sağlıklı bir iletişimin olmaması ve bilerek devletin bu iletişimi bozması ve sadece kendi istediği bilginin iletilmesi zorunluluğu, Kandil ile Öcalan arasında birbirlerini doğru bir şekilde anlama noktasında büyük sorunlar yaratmaktadır. Hem Öcalan için hem de Kandil için zor bir durum söz konusudur.

Çanlar Kimin İçin Çalıyor? (V)
Kemal Erdem
Kandil’in Erdoğan ve Öcalan Karşında Zor Görevi
İtiraf etmek gerekir ki, bu karmaşık tablo içerisinde en büyük güçlük PKK’nin Kandil Önderliği’nin omuzları üzerinde bulunmaktadır. Bir yandan jeopolitik durumun karmaşıklığı çok büyük bir güçlük oluştururken, öte yandan hareketin önderi olan Abdullah Öcalan ile sağlıklı bir iletişimin olmaması ve bilerek devletin bu iletişimi bozması ve sadece kendi istediği bilginin iletilmesi zorunluluğu, Kandil ile Öcalan arasında birbirlerini doğru bir şekilde anlama noktasında büyük sorunlar yaratmaktadır. Hem Öcalan için hem de Kandil için zor bir durum söz konusudur.
Öcalan ile Kandil arasındaki iletişim sorununa biraz yakından bakalım. Çünkü bu mesele anlaşılmadan, siyasetin görünen kısmındaki bazı tuhaflıklar anlaşılmaz.
Önce Öcalan’ın durumunu ele alalım.
Öcalan devlet tarafından büyük bir tecrite alınmıştır ve devlet bu tecritten çıkışınıyani PKK ile iletişim kurmasını ise “neredeyse tek kale olan bir futbol maçı”na çevirerek, temelde hem Öcalan’ın hem de Kandil’in kabul edemeyeceği koşullara bağlamıştır. AKP rejiminin Öcalan’a tecritten çıkmak için ileri sürmüş olduğu koşullar, stratejik olarak PKK’yi zora sokan ve zaman içinde tasfiyesi olmasınaama AKP’nin de güçlenmesine neden olan koşullardır. Ama bu durum AKP’ninde tarihsel olarak sıkışmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Zaten sıkıştığı içindir ki, Öcalan ile bir ilişkiye girmek zorunda kalmıştır. Aslında bu bir tür, burjuvazinin farklı sınıf ve fraksiyonlarının kendi aralarındaki çelişkilerinin keskinleşmesidir. Küresel, bölgesel ve ulusal alandaki rekabetler birbirlerine bağlanarak tek bir yumak oluşturmuş ve bu yumak içinde de PKK önemli bir ip ucu gibi ortaya çıkmıştır. Erdoğan yumağı kendi lehine çözebilmek için PKK’nin olduğu ipi tutup ve çekmek zorundadır. Yoksa “PKK ipi” başka ipler ile birleşerek, AKP rejimini boğacaktır.
Öcalan AKP’nin kendisine dayatmış olduğu bu acımasız ve tek taraflı yaklaşım karşısında ancak iki şekilde hareket edebilir: pasif kalarak ya da aktif olarak. Pasif kalması demek, bu ilişkiyi toptan reddedip, kendi kabuğuna çekilmedir. Ama okur da taktir eder ki, bu tür bir yaklaşım kendi içinde hiçbir gelişim ve olumlu bir şey barındırmaz. Hatta bir tür “solculuk”tur ve amatör bir siyasete ve de devrimciliğe denk düşer.
Öcalan’ın devletin bu acımasız ve katı tutumu karşısında aktif hareket etmesi ise, bu yazının başında belirttiğimiz, çıkarların kesişme siyaseti temelinde soruna yaklaşıp ve görünürde AKP ile taktik bir ilişki geliştirip, zaman içinde de bu görünür ilişkiyi kendi gizli ajandasına bağlamaya çalışmaktır. Bu tür bir ilişki, kendi içinde daha ilerlemeci ve geliştirici ve de pozitif bir durum oluşturmaktadır. İşte Öcalan bu ikinci durumu seçmiştir ki, bu onun en iyi bildiği siyaset tarzıdır.
Şu anda Türkiye’nin siyaset arenasında üç büyük usta bulunmaktadır (Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan) ve siyasetin görünmeyen kısmında birbirlerini yok etmek için harekete geçmiş durumdadırlar. Bu sürecin sonunda birileri çok büyük kazanacak ve birileri de çok büyük kaybedecektir. Kürt siyasi hareketi içinde tek Öcalan, Erdoğan ile Bahçeli’nin kurmuş olduğu büyük tuzakları durduracak ve yok edecek birikime, tecrübeye ve entelektüel güce sahiptir.
Öcalan Erdoğan ve Bahçeli ile başlamış olduğu taktik anlaşmayı, bu iki liderin akıl alamayacağı bir gizli ajandaya bağlamak istemektedir: Ortadoğu devrimi ve konfederal sistem. Eğer Kandil Öcalan’ın devlet ile olan anlaşma siyasetinin altına gizlemiş olduğu gizli ajandanın kodlarını çözebilirse ve bu gizli ajandayı takip edebilirse, on ya da yirmi yıl sonra Ortadoğu’nun çehresi bambaşka olacaktır.
Birinci Barış ya da Çözüm sürecinden oniki yıl sonra, tekrar olaylar PKK için neredeyse mükemmel bir şekilde dizilmiş durumdadır. PKK’nin iki önder (teorik-Abdullah Öcalan ve pratik-Kandil Önderliği) yanının, birbirlerini karşılıklı olarak iyi anlaması ve tamamlaması durumunda olayların bu mükemmel dizilişi, emperyalist dünya sistemi içinde çok büyük bir tarihsel yarılmanın ortaya çıkmasına neden olabilir. Öyle bir tarihsel yarılma ki, etkileri tek Ortadoğu’da kalmayacak ama dolaylı yollar ile Avrupa, Rusya, Çin ve ABD’de de hissedilecektir.
Bugün başta ABD olmak üzere birçok emperyalist ülkede yeni-faşist hareketlerin iktidara gelmeleri, bir yandan başka devletler ile olan dış çelişkileri bir dünya savaşıbiçiminde, öte yandan da bu ülkelerin kendi iç çelişkilerini ise içsavaşlarbiçiminde keskinleştirmektedir. Emperyalist dünya siyasetinin yakın gelecekte, dünya savaşı ile içsavaşlar arasına sıkışacak olması, genel bir dünya kaosunaneden olarak, büyük bir tarihsel boşluğun ortaya çıkmasına neden olacaktır.Emperyalist devletlerin bir tür tarihsel denge kaybı olarak ortaya çıkacak olan bu tarihsel boşluğun, dünya genelinde devrimci ve demokratik hareketler tarafından doğru bir şekilde değerlendirilmesi ve doldurulması gerekmektedir. İşte bu süreç PKK ile Ortadoğu’da başlayabilir. Bu birçok kesime abartılı bir tespit gibi gelecektir ama abartılı değildir ve eğer PKK içine girilen sürecin fırsatlarını doğru değerlendirebilir ise, etkileri Ekim Devrimi’nden de daha büyük olabilir.
Ama tarihsel tecrübeler de göstermektedir ki, büyük tarihsel fırsatlar aynı şekilde büyük kayıplar ya da felaketler riski ile de beraber gelişmektedir. Eğer PKK içine girdiğimiz süreçteki fırsatları değerlendiremez ve Birinci Barış ya da Çözüm sürecindeki hataların bir benzerini yaparsa, Kuzey Kürdistan’da yani “Türkiye Kürdistanı”nda bir Kürt Soykırımı’nın yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Bugün bazı kesimler, AKP-MHP ittifakını bir tür Neo-İttihatçılık olarak betimlemektedirler. Eğer bundan 1913-1918 arası kasdediliyorsa, bu doğru değildir çünkü modern Türkiye’de Neo-İttihatçılık MHP iktidarı ile ortaya çıkacaktır ki, bir Kürt Soykırımı’na neden olması büyük bir olasılıktır. Bundan dolayı, süreci bu yöne götürecek olaylara mutlak suretle engel olmak gerekmektedir.
Emperyalist dünya siyasetindeki evrim ya da değişim ile dönüşümler, AKP ile PKK’yi dönemsel olarak birbirlerine doğru itmektedir. Bu yakınlaşma ihtiyacını hem Erdoğan hem de Öcalan iyi bilmektedir. Eğer böyle bir ihtiyaç olmasaydı, Erdoğan asla Abdullah Öcalan’ı içeriden çıkaracak bir sürecin kapısını aralamazdı. Bu sürece neden olan durum daha önce de belirtttiğimiz gibi, ABD’nin ama özellikle de yeni başkan seçilen Trump’ın hem AKP’yi hem de PKK’yi tasfiye ederek, onların denge siyasetlerini yoketmek istemesidir. AKP’nin iktidardan düşürülmesi ve onun yerine MHP odaklı bir rejim kurulmasıyla Türkiye kesinkes Batı’ya bağlanmış olacak; PKK’nin tasfiye edilmesiyle de Rojava KDP’ye bağlanarak sıkı bir şekilde Batı’ya bağlanmış olacaktır. Böylece İran’ın etrafı tamamen kuşatılarak, askeri olarak yıkılmasına geçilecektir. Bundan dolayı AKP ile PKK’nin tasfiyesinin İran rejiminin tasfiyesinden önce gerçekleşmesi büyük bir olasılıktır.
ABD hem AKP’yi hem de PKK’yi yoketmek için, her ikisini birbirleriyle savaştırarak zayıflatan bir politika geliştirmek istemektedir. Bu savaş Türkiye’de AKP’yi iktidardan indirirken, PKK’yi de zayıflatarak, Rojava’nın kademe kademe KDP ile YNK’nin kontrolüne geçmesine neden olacaktır. Zaten AKP iktidarı yıkıldığı zaman ve MHP odaklı bir iktidar kurulduğu zaman, ABD ile müttefiklerielbette başta Türkiye olmak üzere, Kandil’de PKK’nin ezilmesine geçeceklerdir. PKK’nin AKP’nin yıkılmasıyla ortaya çıkacak olan yeni güç dengesi karşısında hiçbir şansı yoktur. Bu 1999 yenilgisinden de büyük bir yenilgi olabilir. Bundan dolayıdır ki, AKP’nin İmralı üzerinden uzatmış olduğu eliPKK’nin tutmama diye bir durumu söz konusu olamaz. Bu varoluşsal bir sorundur.
Burada bütün mesele bu yakınlaşmanın nasıl ele alınması gerektiğidir. Bu yakınlaşmanın AKP tarafından bir politik tuzak temelinde kurgulandığından zerre kadar kuşku yoktur. AKP işi bittiği zaman yani kendi iktidarına yönelen tehdit geçtiği zaman, bu anlaşmayı sonlandırarak bu dönem boyunca verdiği bütün tavizleri geri alacaktır. Zaten sorun bu değil, bunu herkes biliyor. Sorun AKP’nin sıkışmışlığından nasıl yararlanılacağı ve zaman içinde önce onun dengesini bozup, sonra da onun iktidarının nasıl yıkılacağı meselesidir. Üstelik o iktidardan düşürülürken, onun yerine başka bir gerici kliğin gelmesine de engel olacak şekilde bunu yapmak gerekmektedir. İşte bunu yapabilmek için çıkarların kesişme siyasetini çok iyi yönetmek gerekmektedir.
PKK’nin bu karmaşık siyasi tablo içerisinden çıkabilmesi ve bu çıkışı da güçlü kazanımlara çevirebilmesi için, dolaylı stratejik tutum temelinde her farklı güç ile çıkarların kesişme siyasetinin kapsamını, ağırlığını, zamanlaması ile ritminidoğru belirlemesi gerekmektedir. Bunun çok zor bir siyaset olduğu ortadadır ve bütün güçler için bir kere zor ise, PKK için on defa zordur. Ama PKK bunu başarmak zorundadır yoksa Kürt halkı savunmasız kalacak ve bugün Gazze’de olan katliamlar yarın Kürdistan’da olacaktır.
Özünde AKP ile PKK’nin yakınlaşma ya da taktik anlaşma siyaseti olan bu süreci, karakteri itibariyle 1939 Sovyet-Nazi Paktı’na benzetebiliriz. Bu saldırmazlık anlaşmasından neredeyse iki yıl sonra taraflar, tarihin gelmiş geçmiş en büyük savaşına tutuştular.
Peki ne oldu da bu iki devlet iki yıldan az bir zamanda, saldırmazlık anlaşmasındanvaroluşsal bir savaşa geçti ?
Bu anlaşmanın yani 1939 Sovyet-Nazi saldırmazlık anlaşmasının mantığını iyi anlayanlar ve çözenler, gelecek süreci de iyi analiz ederek, en doğru politikayı uygulama olanağına sahip olacaklardır ki, bu durum en çok da PKK’nin Kandil Önderliği için geçerlidir.
Bu anlaşma gizli başladığı ve yürütüldüğü için, ilk ortaya çıktığı zaman dünya siyasetine bir bomba gibi düştü. Çünkü birçok kesimin beklemediği bir anlaşmaydı. Dünya diplomasisinin zirvesinde (özellikle de ABD, İngiltere ve Fransa diplomatları) bulunanlar, 1936’da Nazi Almanya’sı ile Japon faşizmi arasında imzalanan ve daha sonra faşist İtalya ile Franko İspanya’sı ve faşist Macaristan’ın da katılmasıyla oluşturulan Anti-Komintern Paktı’nın, Sovyet Rusya ile çok yakın bir zamanda savaşa tutuşacağına inanıyorlardı. Bu doğrultuda İngiltere ile Fransa, 1938 Eylül’ünde Çekoslovakya’nın Südetler bölgesini Hitler’e peşkeş çektiği zaman, amaçları Hitler’i savaşması için Doğu’ya doğru yönlendirmekti. Sözde iki diktatör devlet savaşarak zayıflayacaktı (bugün Trump’ın AKP ile PKK’yi savaştırmak istemesi gibi) ve sonra da Batı’lımüttefikler, zayıflayan bu iki ülkedeki rejimleri yıkarak, Batı için tehlikeyi bertaraf edeceklerdi. Hem Nazi Almanya’sı hem de Sovyet Rusya, Batı’nın bu planından haberdarlardı ama her iki tarafın masaya oturmaları farklı stratejik planların ve amaçların ürünüydü.
Bugün dahi bu anlaşma üzerine tartışılmakta ve tarafları bu anlaşmaya sürükleyen politik amaç ya da amaçların ne olduğu üzerinde tam bir konsensüs sağlanamamıştır. Ama bu anlaşmanın mantığı üzerine akıl yürütmenin ve teorik-politik çalışma yapmanın büyük bir geliştirici tarafı olduğu da tartışmasızdır.
Sovyet-Nazi Paktı’nın da, bir çıkarların kesişme siyasetinden kaynaklanan görünenyüzü, bir de gizli ajandadan kaynaklanan ve asıl stratejik hedefi oluşturan görünmeyen yüzü bulunmaktaydı. Anlaşmanın görünen yüzü, görünmeyen yüzüne bir araç ve atlama tahtası işlevi görmekteydi. Gizli ajandanın başarısı ise düşmanından daha güçlü bir gizli stratejiye sahip olmakla birlikte, onun gizli stratejisini zaman içinde imkansız hale getirecek doğru taktik planlar sistemine de sahip olmaya bağlıydı. Kısacası dünya siyasetindeki güç ilişkilerinin doğru analiz edilmesi, stratejik başarının temel koşuluydu. Bu noktada hata yapan yok olacaktı, ki öyle oldu. Bu geri dönüşü olmayan ve telafisi olmayan bir süreçti.
O halde hem Nazi Almanya’sının hem de Sovyet Rusya’nın bu saldırmazlık anlaşması ile gerçekten ne hedeflediklerini anlamaya çalışalım.
Hitler’in küresel stratejisinde hiçbir zaman dünya savaşına Batı’dan başlamak gibi bir anlayış yoktu. Büyük savaş ilk önce Doğu’ya yani Sovyet Rusya’ya karşı yapılacaktı ve bu Doğu meselesi bitikten sonra Batı’ya geçilecekti. Aslında Batı’lı devletler de böyle düşünüyordu. Böylece Batı’lı devletler, faşistler ile komünistler savaşında dışarıda kalarak zaman kazanacaklar, gerekli cephaneyi üretecekler, savaştan zayıflamış olarak çıkan devletler karşısında da güçlü durumda kalacaklardı. Hitler Batı’nın bu planını bildiği için, Doğu meselesini çok hızlı bir şekilde bitirmek zorundaydı. Bismarck’ın 1870 yılında Almanya’nın birliğini gerçekleştirdiği zaman yaptığı gibi. Sovyet Rusya meselesi ne kadar hızlı çözülürse, Batı karşısında da o kadar güçlü kalınmış olacaktı. Ama Sovyet meselesinin hızlı çözülmesinin altında politik, askeri ve coğrafi bir engel bulunuyordu. III Reich, Sovyet Rusya ile komşu değildi ve sürpriz bir saldırı olanağı yoktu ve bu durum hızlı bir savaş (yıldırım savaşı) olanağını yok ediyordu.
1939 Sovyet-Nazi Paktı’na kadar olan süreçte, SSCB adeta kuşatılmış bir durumdaydı. Japonya Mançurya’ya bir milyonun üzerinde asker çıkarmıştı ve Batı cephesinde Almanya’nın SSCB’ye saldırmasını bekliyordu.1938’e kadar olan zaman diliminde Anti-Komintern Paktı büyümüştü ve Batı’lı devletler Nazi Almanyası’nın SSCB’ye saldırması durumunda ona tek saldırmayacak garantisi vermemişlerdi ama Alman savaş sanayisi için gerekli olan hammadde ile kredi sözünü de vermişlerdi. Kısacası uluslararası faşizm, dolaylı olarak Batı’lı devletleri de yedeğine alarak SSCB’ye saldırı planları yapıyordu (Bugün de PKK aynı şekilde birçok yönden kuşatılmış durumdadır). Böyle bir durumda, SSCB’nin yenilmesi ve sömürgeleşmesi kaçınılmazdı. Bu güç dengesi karşısında SSCB’nin dayanma gücü yoktu. Üstelik Sovyet ekonomisi geri bir durumdaydı ve savaş sanayisinin ise çok büyük eksikleri bulunmaktaydı.
O zaman Nazi Almanyası niçin SSCB ile anlaşmak için masaya oturdu?
Hitler’in SSCB meselesinde çözmesi gereken biri siyasi diğeri ise askeri olan çok önemli iki sorunu vardı ve bu iki sorun da iç içe geçmişti. SSCB’ye yapılması öngörülen saldırı, sürpriz bir saldırı olacaktı ve çok hızlı bir şekilde Moskova’nın düşmesine bağlanmıştı. Moskova düşüp, Kızıl Ordu Asya’ya doğru çekildiği taktirde de Japonya’nın Uzakdoğu’da saldırısına uğrayacaktı ve iki cephe arasında kalan Kızıl Ordu yenilecekti. Ama bunun olabilmesi için Polonya meselesinin aradan çıkarılması ve SSCB ile komşu olmak gerekiyordu. Ama Polonya’nın aradan çıkarılması daha doğrusu işgal edilmesi meselesi ise öyle kolay bir mesele değildi. Çünkü Polonya’nın hem İngiltere hem de Fransa ile güvenlik anlaşmaları vardı. Bu ülkenin yani Polonya’nın işgal edilmesi durumunda İngiltere ile Fransa’nın, Almanya’ya savaş ilan edip etmeyecekleri meselesi temel bir meseleydi. Bu sorunu Hitler herkesin kafasını karıştıracak ya da herkesi aldatacak bir şekilde çözmek istedi.
Hitler Polonya’yı işgal ederken Batı’yı hareketsiz tutmak istiyordu, Stalin ise Hitler’i Polonya üzerinden önce Batı ile savaşa tutuşturup, sonra SSCB’nin dahil olduğu bir dünya savaşını tasavvur ediyordu. Polonya’nın işgalinin sonuçlarının ne olacağı o zamanki dünya siyasetinde cevabı bilinmeyen bir sorundu. Ya Hitler haklıydı ya da Stalin haklıydı. Ama işgal fiili hale geldiğinde cevap ortaya çıkacaktı ve zaten öyle oldu.
Hitler’in amacı SSCB’ye yaklaşırken, onu ürkütmemekti. Bunu gerçekleştirebilmesi için de onu aldatması gerekiyordu. Bu aldatma öyle bir aldatma olmalıydı ki, hem Almanya’nın stratejik pozisyonunu güçlendirmeli hem SSCB’yi uyutmalı hem de verilen tavizler bir çırpıda geri alınacak türden olmalıydı. Hitler SSCB’yi aldatmak için görünürde Almanya’yı, Fransa-İngiltere bloku ile SSCB arasına yerleştirmiş gibi görünen bir diplomatik tutum benimsedi. Böylece her iki tarafla da pazarlığı kızıştırmış gibi görünerek, kendisine en iyi tavizi veren ülke ile anlaşacağı görüntüsü oluşturuyordu. Ama aslında sürecin başından itibaren SSCB ile anlaşacağı kendisi için kesindi çünkü SSCB ile komşu olması gerekiyordu. Askeri stratejinin gerekleri, siyasi ilişkilerin bu yönde kurulmasını gerektiriyordu.
SSCB ile olan anlaşma bir hileydi (bugün Erdoğan’ın yapmak istediği gibi).Hitler bu anlaşma ile SSCB’ye ilk önce Fransa ile İngiltere’ye saldıracağı görüntüsü oluşturarak, bir yandan SSCB’yi rahatlatarak gevşemesini sağlıyordu, öte yandan da Polonya’nın SSCB ile paylaşılması üzerinden SSCB’ye yanaşıyordu. Polonya’nın paylaşılması sırasında SSCB’ye verilen güvencelerin amacı ise SSCB’yi ürkütmeme üzerine bina edilmişti. Almanya Polonya’yı işgal ettiği zaman, anlaşmaya uyduğu müddetçe SSCB için bir tehlike teşkil etmeyecekti. Polonya’nın işgali Batı’ya saldırmadan önce yapılan son bir askeri hamle gibi lanse ediliyordu ama gerçeklikte ise SSCB’ye karşı planlanan yıldırım savaşının atlama tahtasıydı.
Hitler SSCB ile yapılan anlaşmayı, Polonya’nın işgali sırasında Fransa ile İngiltere üzerinde bir baskı aracı gibi kullanarak, Polonya sorununu Südetler gibi çözmek istiyordu. Fransa ile İngiltere’nin Südetleri barış için peşkeş çektikleri gibi Polonya’yı da peşkeş çekeceklerine inanıyordu. Gelişmeler bunun bir hata olduğunu gösterdi.
Hitler’in Polonya sorununda yapmış olduğu ve kendisine savaşın kaybetmesine neden olan hatanın kaynağı ise dönemin Nazi Almanya’sının dışişleri bakanı olan Ribbentrop’tu. Hitler SSCB’yi ürkütmeden ona yaklaşmanın yollarını ararken, Polonya’nın işgal edilmesi durumunda Fransa ile İngiltere’nin bu işgali nasıl kabul edecekleri ve nasıl Almanya’ya savaş ilan etmeyecekleri üzerine kafa yorarken, Ribbentrop’un Polonya meselesinin Südetler gibi çözülebileceği noktasında Hitler’i ikna ettiği tarihçiler tarafından belirtilmektedir.
Şimdi burada Hitler ile Stalin’in gizli ajandalarına geliyoruz ve çıkarların kesişme siyaseti ile bu gizli ajanda arasındaki ilişkilerin nasıl kurulduğunu anlamaya çalışacağız.
Hitler’in gizli ajandasına göre, Polonya’nın işgal edilmesi SSCB’ye yapılacak olan Yıldırım Savaşı’nın girişini oluşturuyordu. Anlaşma SSCB’ye doğru yönelmiş olan saldırının Polonya sonrasını örten bir şaldan başka bir şey değildi. Hitler kesişme siyasetinin görünen yüzünü ise bu anlaşmayla, önce Batı’ya saldırmak için Almanya’nın doğu cephesini yani arkasını sağlama alma biçimine sokuyordu. Gizli ajanda SSCB’ye doğru ilerlemeyi öngörürken, görünen kesişme siyaseti Batı’ya doğru bir görünüm oluşturuyordu. Başka bir ifade ile,gizli ajandanın amacı görünen siyasetin tam tersini oluşturuyordu. Bu da görünen siyasetin yani anlaşmanın aslında bir aldatma aracı olduğu anlamına geliyordu.
Stalin’in yaklaşımı da Hitler’in yaklaşımının farklı bir biçimini oluşturuyordu.
Stalin Hitler’in kendisi ile anlaşma yaparak, Polonya’dan sonra SSCB’ye olan saldırının sonrasını saklamak istediğini biliyordu. Çünkü Nazi Almanya’sı ile SSCB arasındaki savaş kaçınılmaz bir savaştı. Stalin’in amacı Hitler ile baş başa kalmamaktı ve onu önce Batı ile savaşa tutuşturduktan sonra SSCB’ye saldırmasını sağlamaktı. Stalin’e göre Hitler savaşa önce SSCB’den başlayarak Batı’ya doğru giden bir stratejik hat izlemekten ziyade, önce Batı’dan başlayarak SSCB’ye döndüğü bir stratejik hata istemeden sokulmalıydı. Bunun için ise onu Batı ile karşı karşıya getirecek bir kurnazlık gerekiyordu. İşte bu kurnazlık 1939 Sovyet-Nazi Paktı’ndaki Polonya’nın SSCB ile Almanya arasındaki paylaşılması maddesiydi. Stalin Hitler’in Polonya’nın Fransa ile İngiltere için ne anlam ifade ettiğini anlamadığına inanıyordu ki bu doğruydu.
Fransa ile İngiltere’nin Polonya ile yapmış oldukları güvenlik anlaşması, konjonktürel politikanın analizi ile anlaşılamayacak bir yapıya sahipti. Bu güvenlik anlaşmalarının dışarıdan bakıldığında görülmeyen ama tarihsel bir derinlik ileele alındığında ancak anlaşılan bir yapıları vardı. Belki bu şekilde düşünüldüğünde bunu da bir tür gizli ajanda olarak değerlendirebiliriz.
Fransa ile İngiltere’nin Polonya ile anlaşmalarının asıl nedeni, Doğu’lu bir güç ile(örneğin SSCB) Avrupa’lı bir gücün (örneğin Almanya) birleşerek, Avrupa’nın Batı ucunu tehdit etmesinin önüne geçme üzerine oturmuştu. Burada rejimlerin ne olduğu önemli değildi ama karasal olarak Avrasya’nın bu iki yakası birbirinden ayrılmalıydı, ki Polonya stratejik olarak böyle bir konuma sahipti. Böylece Polonya’nın güvenliği Fransa ile İngiltere’nin güvenliği demekti. Hitler Polonya’nın bu derin anlamını yeterince kavrayamadı ve Polonya’da yapmış olduğu hata ile rejimini çok kısa bir zaman sonra yıkıma sürükledi.
Stalin’in Hitler’i Polonya üzerinden oyuna getirmesinin altında, hiç kuşkusuz siyasi tecrübesi yatıyordu. Hitler’in tersine o Ekim Devrimi’nden beri (1917) devletler düzeyinde bir politikada bulunuyordu ama özellikle 1922’den sonra da SSCB’nin tam tepesinde dünya siyasetinin içinde bulunuyordu. Bu zaman zarfında ve Batı ile olan yoğun diplomatik ilişkiler sayesinde, Polonya’nın Fransa ile İngiltere için ne anlam ifade ettiğini iyi anlamıştı. Çünkü bir yönüyle Fransa ile İngiltere’nin Polonya ile anlaşmaları, SSCB’nin Avrupa üzerindeki etkisini kırmak için de devreye sokulmuştu. Sovyet diplomasisi bu anlaşmaların rol ve işlevleri noktasında derin bilgiye sahipti.
Şimdi de gelelim bu tür taktik anlaşmalar ile rakipler üzerinde tam olarak ne elde edilmek istendiği noktasına.
Bu tür taktik anlaşmalar, aldatma temelli kuruldukları için, temelde iki politik sonuç oluştururlar: biri direk rakip üzerinde, diğeri ise onun müttefikleriyle ilişkilerini hedefleyerek dolaylı sonuçtur. Direk rakip üzerindeki etkisi onda bir denge kaybıyaratmaya dönüktür. Örneğin stratejik yönelimini ve bu temelde önceliğini istemese de değiştirmesi bir tür denge kaybıdır. Rakibe güçlü vurabilmek için onda böyle bir denge kaybı zorunludur. Bu denge kaybı ise onun anlaşma için vermiş olduğu tavizlerin sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Kısacası bir şey hedefleyerek taviz verir ve kendi stratejik yapısında zayıflıklar oluşturur. Bu anda rakibi bunu kullanırsa (ki kısa dönemlidir bu) bu denge kaybı ortaya çıkar eğer kullanmaz ise bu denge kaybı oluşmaz. Bu denge kaybından sonra ortaya bu kaybın dolaylı sonuçları ortaya çıkar, ki bu da onun ittifak sistemiüzerinde ortaya çıkan daralmadır. Bütün bunlar ise gelip inisiyatifin kaybedilmesinde birleşirler. Hem denge kaybına uğrayan hem de bazı müttefiklerini kaybeden bir siyasi hareket, güncel politikada insiyatifi kaybeder ve bunu geri almak için, rakibine sürekli olarak aldatma ve kurnazlıklar ile hatalar yaptırması gerekir.
İnsiyatifi kaybeden tarafın dengeyi tekrar kurmasının yolu rakibine hata yaptırmaktır. Ama rakip hata yapmaz ve ele geçirdiği insiyatifi dikkatli ve güçlü bir şekilde kullanmasını bilir ise, o zaman bu durum sonun başlangıcı olur. 1939 Sovyet-Nazi Paktı ile günümüzde AKP ile PKK’nin anlaşmaları, tarafların stratejik yapıları üzerinde temel sonuçlar üreten taktik anlaşmalardır. Başka bir ifade ile stratejik dengeyi bir taraf ya da taraflar lehine köklü bir şekilde değiştiren yapıya sahiptir. Bu taktik anlaşmaları, stratejinin başarısı noktasında doğru kullanmasını bilenler, rakibinin önce dengesini bozacak ve daha sonra da yere serecektir. Bu sürecin sonunda ya AKP ya PKK ya da duruma göre her ikisi büyük bir darbe yiyeceklerdir. Ama yenilen bu darbenin uzun zaman da telefisi mümkün olmayacaktır.
O halde 1939 Paktı’nın Almanya ile SSCB üzerindeki etkilerine biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
Polonya’nın 31 Ağustos 1939’da Almanya tarafından işgal edilmesinden birkaç gün sonra, Fransa ile İngiltere sırasıyla Almanya’ya savaş ilan ettiler. Ama bu birkaç gün boyunca Alman diplomasisi bu işgali Südetler gibi Batı’ya kabul ettirmek için çok büyük çaba harcadıysa da, Fransa ile İngiltere bunu kabul etmediler. Bu kabul etmemenin altında, yukarıda belirttiğimiz tarihsel neden ile birlikte, Fransa ve İngiltere’deki hükümetlerin iç politikadan dolayı artık manevra marjlarının da kalmamış olmasıydı. Bu hükümetler Polonya’nın işgalini kabul ettikleri anda ülkelerini büyük bir politik kaosa sürükleyeceklerdi. Böylece Fransa ile İngiltere için, tarihsel durum ile konjonktürel durum birleşerek Almanya’ya savaş ilanına neden oldu.
Fransa ile İngiltere’nin Almanya’ya bu savaş ilanı, Hitler’in stratejisinde büyük bir gediğe neden oldu. Hitler’in önceki stratejisi, bütün küresel faşistleri SSCB üzerine serbest bırakan ve Batı’nın da dolaylı olarak yedeğe alındığı bir durumu öngörürken (ki bu durumda zafer yüzde yüze yakındı), şimdi yedeğe alınmak istenen Batı, Almanya’nın direk düşmanı haline gelmişti. Almanya stratejik önceliğini değiştirdiği için, Japonya Mançurya’ya çıkardığı bir milyon askeri geri çekerek ABD ile savaşa yöneldi. İki yıl sonra Hitler SSCB’ye saldırdığı zaman, neredeyse müttefiksiz kalmıştı ve birçok cephe içerisine çekilmiş halde SSCB ile savaşa sürüklendi. İşte bütün bunlara olanak sağlayan 1939 paktıydı.
Okur bizi konu dışına çıktığımız noktasında eleştirebilir. Ama devrimci ve demokratik hareket içerisinde bazı teorik noktaların anlaşılır olabilmesi için, bazen karşılaştırma yöntemini kullanmak yararlıdır. Yukarıdaki örnek, içine girdiğimiz sürecin anlaşılması noktasında bize yardımcı olacaktır.
(devam edecek)