CHP ve değişim üzerine

Sorun CHP’nin ne olduğu sorunu değildir, sorun onun tarihsel ve toplumsal yerinin, devrimci ve demokratik hareketin iktidar mücadelesi bağlamında nasıl ele alınacağıdır. Gerçek şudur ki, CHP’nin parçası olmadığı bir demokratik devrim dar bir toplumsal temele sıkışmış olacak ve onun her dışlanması, faşist rejimin manevra alanını daha da genişletecektir

CHP ve değişim üzerine

CHP ve Değişim Üzerine 

Kemal Erdem

“İnsanlar olaylara
gerçekte oldukları gibi değil,
olmalarını istedikleri gibi bakarlar
ve mahvolurlar.”
(Niccolo Machiavelli)

CHP’de ve kamuoyunda, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin ilk turu gecesi başlayan, ikinci tur sonrası yoğunlaşan ama son iki-üç haftadır da şiddetlenen bir tartışma yaşanmaktadır. Özellikle sadece “lider değişimi” eksenli yaşanan bu tartışma, bu tartışmaya katılanların sürecin karakteri, değişimin doğası ve faşist rejim karşısında izlenmesi gereken siyaset hakkında hiçbir şey anlamadıklarını da göstermektedir.

Seçimlerden önce yasal muhalefetin faşist rejim karşısında yapmış olduğu sığ tartışmanın bir benzeri, şimdi de CHP eksenli yürütülmektedir. Bu noktada insanın en çok merak ettiği şey ise bu sığ tartışmayı yapanların, sorunun özünü bilerek mi yoksa bilmeden mi saklayarak tartıştıklarıdır. Bu iki durumdan hangisi olursa olsun durum oldukça vahimdir.

Gerek devrimci hareket gerekse de genel olarak sosyalist hareket, CHP eksenli yaşanan tartışmayı “zaten CHP düzen partisidir” diyerek küçümseyebilir ve bu sorunu önemsiz olarak gösterebilir. Bu yaklaşım da özü itibariyle, sadece lider eksenli bir değişim isteyenler ile aynı kapıya çıkar. Sorun CHP’nin ne olduğu sorunu değildir, sorun onun tarihsel ve toplumsal yerinin, devrimci ve demokratik hareketin iktidar mücadelesi  bağlamında nasıl ele alınacağıdır. Gerçek şudur ki, CHP’nin parçası olmadığı bir demokratik devrim dar bir toplumsal temele sıkışmış olacak ve onun her dışlanması, faşist rejimin manevra alanını daha da genişletecektir. Hiç kuşkusuz dışlanmış bir CHP, kaçınılmaz olarak rejime yanaşacak ve bu dışlanmayı dengeleyecektir. Çünkü varoluşsal bir sorun ile karşı karşıya kalacaktır. Bunun devrimci ve demokratik harekete vereceği zarar daha fazla olacaktır. Bundan dolayı CHP’nin bir demokratik devrim dışında bırakılması düşünülemez.

Madem ki CHP demokratik devrim sürecinin bir parçası olacak, o zaman onun yapısındaki değişimler (başta lider olmak) ve onun ile ilişkilerin doğası, devrimci ve demokratik hareket için büyük bir önem arzetmektedir. Türkiye’de demokratik hareket içerisinde hiçbir parti (HDP de dahil), tarihsel ve toplumsal olarak CHP’nin tuttuğu yeri nicelik ve nitelik olarak  tutamamaktadır. CHP Türkiye’de seküler kesimler içerisinde, bütün toplumsal kesimlere (muhafazakar, sosyalist, Kürt hareketi ve liberaller) açık olan ve bu kesimler ile ilişki kurabilen ve de bunu büyük bir toplumsallıkla yani büyük bir kitle gücü ile yapabilen tek partidir. Bu da onun önemini devrimci ve demokratik hareket açısından arttırmaktadır. Geçen seçimlerde bütün devrimci ve demokratik hareketin, CHP’nin etki alanı içerisinde şu ya da bu şekilde olması, CHP’nin gücünü göstermeye yeter. Onu küçümseyenler siyasi olarak büyük bir politik açmaz ile karşı karşıya kalacaklardır.

Son dönemlerde CHP’de ve kamuoyunda lider eksenli yaşanan tartışmada eksik ve yanlış olan nedir?

Hiç kuşkusuz Kemal Kılıçdaroğlu, geçen seçimler sırasında  ve sonrasında yaşanan olaylardan sonra siyasi ömrünü tamamlamıştır ve kendisi de bunun farkındadır. Kılıçdaroğlu’ndan sonra partinin nasıl bir liderin ve siyasetin eline geçeceği, onun döneminden daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağı önemli bir sorundur. Gelişmeler , eğer geçen seçimlerden doğru sonuçlar çıkarılmadığı taktirde, gelecek dönemin CHP’sinin Kılıçdaroğlu CHP’sinden daha kötü olacağına işaret etmektedir. CHP’nin daha da zayıflaması ve hatta bölünerek güç kaybetmesi (bu büyük bir olasılıktır), Türkiye’de seküler güçlerin toplum içindeki direnç noktalarının güç kaybetmesine neden olarak, islamcı-dinci rejimin toplumun derinliklerine doğru  ilerlemesinin tamamen önünü açmış olacaktır. Bütün bu sürecin, rejim tarafından seçimlerden önce “siyasi mühendislik” temelinde planlandığından ve şu anki tartışmaların bu “siyasi mühendislik” çalışmasının bir uzantısı olduğundan şüphe yoktur.

Elbette ki, Kılıçdaroğlu sonrasının tartışılması gerekir ve rejime yarayacak endişesiyle de bu tartışmanın yapılmaması ya da ertelenmesi kabul edilemez. Ama bu tartışmanın doğru bir zeminde, doğru bir tarz ve yöntem ile yapılmasıgerekmektedir. Bugün değişim isteyen kesimlerin ezici çoğunluğu, izlemiş oldukları yanlış yön ve yöntem ile geçen seçimlerden sonra ortaya çıkan politik manzaranın tekrarını hazırlamaktadırlar. Bundan zerre kadar kuşku yoktur.

Peki niçin?

Çünkü CHP ve kamuoyunda lider eksenli yürütülen tartışmada bilerek ya da bilmeyerek, bazı çok önemli sorunlar göz ardı edilmekte ve tartışmaların doğası rejimin yasal muhalefeti sokmak istediği “iliştirilmiş muhalefet” politik çerçevesine uygun gelişmektedir.

Her şeyden önce, CHP’nin başına geçecek olan liderin, Kılıçdaroğlu’nun neyi yanlış yaptığını ve bunu da niye yanlış yaptığını açıkça belirtmesi ve de bu soruna da doğru bir cevap vermesi gerekir. Kemal Kılıçdaroğlu faşist rejim karşısında neyi yanlış yapmıştır? Kaldı ki, geçen seçimleri de kaybetmedi ve kazandı! Ama kazanılan seçimlerin, kaybedilmiş olarak “tabelaya yazılmasına” kimse engel olamadı. Peki niçin? Rejim bir çok seçim hilesi yaptı ve kimse bu seçim hilelerini dahi gündeme getirememektedir. Çünkü dezenformasyon yasasından dolayı cezaevine gireceklerdir! Bundan dolayı sahte bir görüntü oluşturarak ve direk rejim ile karşı karşıya gelmeyerek ve de ucuz kahramanlık yaparak “gemiyi yüzdürmek” son dönemde içi boş lider tartışması yapanların işine gelmektedir ki bunun adı çok açık konuşursak “siyasi sahtekarlık”tır. Çünkü gerçekliğin bilerek sahte bir şekilde bozulması ve bazı kesimlere “politik olarak satılması” söz konusudur.

CHP’nin başına geçecek liderin, Kılıçdaroğlu’nun yapmış olduğu hataları yapmaması gerekmektedir ama önce bu hataların ne olduğunu doğru bir şekilde belirlemek gerekmektedir. Bu hataları kısaca belirtirsek:

  • Kemal Kılıçdaroğlu, AKP faşizmini yanlış tahlil etti ve bu rejimi hafife aldı. AKP’nin komplolar ile iktidarı ele geçirdiğini ve sürekli yasadışı olan bu komplolara dayanarak rejim değişikliği gerçekleştirdiğini, örneklerini yirminci yüzyılda gördüğümüz klasik bir faşist rejim kurduğunu göz ardı etti. Bu tür rejimlerin tek seçim yoluyla yıkılamayacağını ve rejimini sağlamlaştırdığı andan itibaren seçimlerin içini de boşaltarak göstermelik bir seçim sistemine çevireceğini ve de bunu daha yapamadığı yerde de darbe yapabileceğini göz ardı etti. Böylece “olayları olduğu gibi değil ama kendisinin görmek istediği gibi” gördü. Bunun sonucunda da mahvoldu.
  • AKP faşizminin devletin kuvvetler ayrımını tamamen ortadan kaldırmasını, seçimlerin manipülasyonuna da bağlayacağını ve bu temelde oyları manipüle edeceğini görmedi. Israrla “ıslak imzalı” tutanakları elde etmeyi hedefledi ama seçim hilesinin bu ıslak imzalı tutanakları da aşabileceği gerçeğini göz ardı etti. AKP seçmen kütüklerine sahte seçmenler yazarak ve bu sahte seçmenlere sahte kimlikler vererek; iki milyon Suriyeli’ye de vatandaşlık vererek ve muhalefetin olmadığı 20 bin sandıktaki oyları rejim lehine yazarak, muhalefetin içerisine ajanlar sokarak ve sandık görevlisi olmasını sağlayarak ve de ajanlar aracılığıyla muhalefetin oylarını da kendisine yazdırarak, ıslak imzalı biçimde yüzde 15-20 arası bir fazla oyu kendisine yazdırdı. Kılıçdaroğlu rejimin bunları yapabileceğini göz ardı etti ve seçimlerden sonra bir gazetecinin kendisine sorduğu, “seçmen kütüklerine sahte seçmen yazımını kontrol edebildiniz mi?” sorusuna, “bizim bunu kontrol etme imkanımız yoktur” cevabını verdi. Ama seçimlerden önce “her şey kontrol altında” denilmişti.
  • Birinci turda rejim açık bir şekilde bir “seçim mühendisliği” yaptı. Muhalefetin bir çok oyunu kendisine yazdığı ve bir çok oyu da hile ile çaldığı gibi, bazı oyları da Sinan Oğan ile Zafer Partisi’ne yazdı. Ne Sinan Oğan’ın yüzde beşlik oyu vardı ne de Zafer Partisi’nin yüzde 2,5’luk. Amaç ikinci turda, Kılıçdaroğlu’nun Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ ile yakınlaşmasını ve ittifak yapmasını sağlayarak, HDP (YSP) ile çatışmasını sağlamaktı. Ama daha da önemlisi bu süreci, yerel seçimlere giden süreçte de kullanmaktı. Kılıçdaroğlu’nun Ümit Özdağ ile ittifak yapması bir hata idi ve Erdoğan’ın bir tuzağıydı, ki bu tuzağa düştü.

Yine Kılıçdaroğlu ile ilgili olarak bir çok hata sayılabilir (fazla sağa yanaşması vs. gibi) ama bunlara gerek yoktur. Bu geçen seçimler çok açık bir şekilde, AKP rejiminin komploda “kendi kendisini aştığı” ve artık seçimleri de devlet gücüne dayanarak manipüle edebildiği bir döneme girdiğini göstermiştir. Seçimlerden sonra bazı gazetecilerin ve uzmanların açık bir şekilde gösterdikleri gibi, rejim tarafından seçmen kütüklerine 6-7 milyon seçmen fazladan yazılarak bir “sahte seçmen havuzu” oluşturulmuş durumdadır. Rejim bu havuzdan, dikkat çekmemek için  sadece kendisine gerekli kadar olan oyu (anketlere bakarak) çekip almaktadır. Bu artık açığa çıkmıştır.

Rejim seçim mühendisliği aracılığıyla başka bir şeyi yine hedeflemiştir. O da CHP ile onun listelerinden seçime giren dört partinin arasını açmak ve ittifakı dağıtmaktır. Bunu da yine oy oranlarıyla oynayarak ve bu dört partinin ittifaka hiçbir oy getirmediği safsatasını yayarak ve muhalefet içerisindeki bazı “sivri zekalıların” rejimin bu seçim mühendisliği sayılarının üzerine atlamasını sağlayarak yapmıştır.

Bugün muhalif medyada rejimin belirlediği seçim sonuçlarını baz alarak, akıllara ziyan bir mantık yürüten bir kesim bulunmaktadır. Bu kesim nedense rejimin manipüle ettiği seçim sonuçlarını alıp ve kullanmaktan zerre kadar utanmamaktadır ve rahatça bu manipülatif sayılar üzerinden analiz yapabilmektedir. Ama yaptıkları analiz akıllara ziyan bir analizdir. CHP listelerinden seçime giren dört partinin yüzde bir  dahi oy katkısı olmadığı yalandır. Elbette rejimin bu kesimlerin önüne koyduğu ve tamamen yalan olan veriler alınırsa çıkan  sonuç bu olur. Bu sonucun yalan olduğu, Yargıtay’ın sitesine girerek, bu partilerin üye sayıları ile karşılaştırılsa, seçim sonuçlarının manipülatif olduğu kolayca anlaşılabilir. İşte Yargıtay sitesinde bu dört partinin Ocak 2023 tarihli üye sayıları: Deva Partisi: 177,454; Gelecek Partisi: 76,182; Saadet Partisi: 265,738; Demokrat Parti: 364,444. Bu dört partinin toplam üye sayısı 883,818 yapmaktadır. Her üyenin en azı iki ailesi ya da yakını olduğunu ve bunları etkilediğini varsayarsak bu toplamda 2,651,464 yapar. Bu da 55 milyon oyun neredeyse yüzde 5’i yapar ama bu oyun aslında yüzde 5 ile 7-8 olduğu kolayca tahmin edilebilir.

Gerek CHP içerisinde gerekse de muhalif medyadaki bazı “lider değişimci” kesimler, Erdoğan’ın kendilerine sunmuş olduğu “manipülatif seçim sonuçlarını, CHP listelerinden seçime giren dört partiye hakaret etmek için kullanmaktan az buçuk utanmamaktadırlar. Bu partilerin liderlerini, kadrolarını, üyelerini, geçen seçimlerde çalıştıkları kendi partileri için dahi oy vermedikleri noktasında suçlayarak, onları dolaylı olarak onursuzluk ve şerefsizlikle itham edecek kadar insanlıktan zerre kadar nasiplerini almamışlardır.

Bu dört partinin ortak oyu en azı yüzde 7-8’dir ve bu oylara tekabül eden milletvekili sayısı da 38’den daha fazladır. Bu partilerin bu milletvekillerini hakketmedikleri iddiası sadece safsatadır ve bu tür iddialara en iyi yanıtı da Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan vermiştir. Bu milletvekilliklerini bu partilerin “ana sütü gibi hakkettiklerini” belirtmiştir, ki haklıdır. Çünkü Ali Babacan seçimlerde neler olduğunu çok iyi bilmektedir! Örneğin bu dört parti içerisindeki Saadet Partisi’nin oyu yüzde 1,5-2 bandındadır. Ama rejim Saadet Partisi’nin oylarını Fatih Erbakan’ın partisine kaydırarak, bu partiyi bilerek yüksek göstermiştir ve böylece kamuoyuna, Saadet Partisi’nin tabanının YRP’ye oy verdiği algısını yaratmıştır. YRP’nin ittifaka alınmasının nedeni de bu algı yaratımı içindi.

Bir başka seçim mühendisliği de İYİ Parti ile HDP (YSP) için yapılmıştır. İYİ  Parti’nin oylarının yüzde 10 olduğu da yalandır. En azı İYİ Parti’nin oyu yüzde 15’tir. İYİ Parti’den en azı yüzde 5 oy çalınmış ve bu oylar gerçekte yüzde 5 olan MHP’ye yazılmış ve böylece MHP güçlü gösterilmiştir. Bu taktik ile de seçimlerden sonra İYİ Parti’ye, CHP ile ittifak yapmanın kaybettirdiği anlayışı yerleştirilerek ittifakı dağıtması yönünde manipüle edilmek istenmiştir.

HDP’nin oylarının yüzde 3-4’lük bir kısmı da yine çalınarak Cumhur İttifakı partilerine yazılarak, Emek ve Özgürlük ittifakının gerçek gücü zayıf gösterilerek daha az milletvekili kazanması ve bu temelde TİP ile ittifak güçlerinin birbirine girmesi sağlanmak istenmiştir. Nedense bütün sonuçlar muhalefetin içini karıştırmaya yaramaktadır ama Cumhur İttifakı, tarihin en büyük krizinden geçerken hiç etkilenmemektedir.Böyle bir şey mümkün müdür? Değildir!

Seçimlerden önce Erdoğan’ın niçin Cumhur ittifakına her önüne gelen partiyi almak istediği şimdi açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Eğer Yunanistan’da Miçotakis’in partisi dahi Cumhur ittifakına katılmak isteseydi kabul ederdi! Çünkü gerekli olan bütün oyları AKP ile MHP’ye tek kaydırsaydı hile yaptığı açığa çıkacaktı. Ama görüntüde çok parti olunca göze batmayacaktı! İşin aslı budur.

Çalınan oylar ile birlikte muhalif partilerin oylarını üst üste koyarsak : CHP (%25), Deva-Gelecek-Saadet-Demokrat (%7) , İYİ Parti (%15) , YSP (%13) : Toplamı %60’tır. Cumhur İttifakının oyu da en fazla yüzde 40’tır ve seçimler öncesi rejimden bağımsız yapılan anketler doğrudur! Rejimin seçimleri bir “sandık darbesi” temelinde nasıl çaldığı ile ilgili olarak daha fazla bilgi için daha önce yazılan şu makalelere bakılabilir.[1]

Rejim seçim mühendisliği aracılığıyla tek seçimleri kazanmamıştır ama bu yanlış sonuçların bazı kesimler tarafından temel alınmasını ve Millet İttifakı’nın bileşenlerinin de yanlış yönlendirilmesini sağlayarak, CHP ile ittifakın dağılmasını hedeflemiştir. Gerçeklik rejim tarafından algı çalışması temelinde tepetaklak edilerek, bütün muhalif kesimlerin bilinçleri bulandırılmıştır. Gerçek budur ve yıllar sonra bu gerçek ortaya çıktığı zaman, bu kesimler acaba zerre kadar utanacaklar mıdır? Hiç sanmıyoruz!

Rejim böyle bir seçim mühendisliği yaparak ve bu mühendislik temelinde muhafazakarlara tepkili olan bazı CHP’li muhalif kesimleri provoke ederek, Erdoğan’ın ve AKP’nin ekmeğine yağ sürmesini sağlamıştır. Rejimin seçim sonuçlarına göre, CHP listelerinden seçime giren dört partinin liderleri de dahil kendilerine oy vermemiş gibi saçma bir sonuç çıkmaktadır ve kimse bu sonucun saçmalığını sorgulamak istememektedir. Seçimler ile ilgili en iyi değerlendirmeyi Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu yapmıştır. “Hırsız” demiştir “yakalanmadı diye hırsız olmaktan çıkmaz!” Rejim özellikle kendisinden ayrılan ya da kendisi ile aynı tabanı paylaşan bu muhafazakar partilerin oylarını sıfır olarak göstererek, kendi kanayan yarasını yani muazzam oy kaybını da gizlemiştir.

Değişim diye bastıran ama değişimde “hiçbir değişim yapmayan” kesimler, bütün bu gerçeklerin üzerinden atlayarak ve eskinin tekrarı olacak bir statükoyu sürdürme peşindedirler.

Şimdi artık bu manzaradan sonra, CHP’nin başına geçecek olan liderin nasıl biri olması gerektiğinin profili kabaca ortaya çıkmış durumdadır:

1- Bu lider, bu sahte seçmen havuzunu nasıl yok edecektir? Bu seçmen havuzu bizzat İçişleri bakanlığı eliyle olmaktadır. Bunun için şeffaf bir şekilde bir nüfus sayımının yapılması ve seçmen kütüklerine fazlalık olarak yazılanların atılması gerekmektedir. Bunu AKP’den istemek demek intihar etmesini istemek gibi bir şeydir ki, mümkün değildir.

2- Bu lider, sayıları iki milyon olarak tahmin edilen ama sürekli  de yükselen vatandaşlık verilen Suriyelilerin bu vatandaşlıklarını nasıl iptal edecektir? Bunu yapmadan seçim kazanmayı rüyasında görsün!

3-İçişleri Bakanlığı eliyle verilen ve mükerrer oy kullanmaya neden olan sahte kimlik kartlarını nasıl iptal edecektir? Bu sahte kimliklere tekabül eden sahte isimler de seçmen kütüklerine işlenmiştir. Buna müdahale edilmeden sisteme ıslak imzalı biçimde sahte oyun girmesine kimse mani olamaz.

Bunların engellenebilmesi için önce iktidarın ele geçirilmesi gerekmektedir. Hadi diyelim bir mucize oldu ve muhalefet bir seçim kazandı. O zaman da AKP’nin kendi “özel mülkü” haline getirdiği ordu, polis, jandarma ve istihbarat harekete geçecek ve yine Suriye’de beslenen cihadçılar getirilerek bir darbe yapılacaktır. Bu lider bütün bunları nasıl durduracaktır?

Sorun Kemal Kılıçdaroğlu meselesi öyle mi!

Sorunun artık Kemal Kılıçdaroğlu ile bir ilgisi kalmamıştır ve faşist rejimin inşasının sonucu olan bu durum, artık bütün halk ile devrimci-demokratik hareketin ortak sorunu haline gelmiştir. Bugün sadece CHP’de ve kamuoyunda “lider değişimi” temelinde hareket eden kesimlerin söylemi, Gezi Direnişi sırasında yaşanan bir olaya benzemektedir. Erdoğan Gezi’deki gençleri kastederek “bir ağaç için neler yaptılar” anlamına gelen sözler sarfetti. Bunun üzerine sanatçı Mehmet Ali Alabora, Twitter’da Erdoğan’a tarihi bir cevap verdi: “Sen meselenin daha ağaç meselesi olmadığını anlamadın mı?” diye yazdı. Bugünkü değişimden sadece lider değişimi anlayan ve lider değişiminden de Ekrem İmamoğlu’nu anlayanlar, asıl meselenin Kemal Kılıçdaroğlu meselesi OLMADIĞINI daha anlamadılar mı? Eğer daha bu durumu anlamadılarsa siyaset yerine başka bir şey yapsınlar!

Geçen seçimlerden çıkarılacak en büyük sonuç, artık ortada kazanılacak bir seçimin olmadığıdır. Görüntüde olan ama gerçeklikte kazanılması mümkün olmayan bir seçim sistemi vardır ve bu seçim sisteminin oturtulması AKP faşizminin en büyük tarihsel başarısıdır. Bu koşullarda ne Kemal Kılıçdaroğlu ne Ekrem İmamoğlu ne Mansur Yavaş ne de Allah gelse kazanabilirdi!

Artık açıktan konuşalım: CHP liderliğine talip olan Ekrem İmamoğlu bu yukarıda belirtilen “rejim engelleri”ni nasıl aşacaktır? Kaldı ki, kendisinin ülkenin iç ve dış sorunlarıyla ilgili net bir tutumu da yoktur. Ekrem İmamoğlu’nun CHP’nin başına geçmesi demek, CHP’yi dolaylı olarak Meral Akşener’in yönetmesi anlamına gelecektir. O Akşener ki, bir elini de gizlice Erdoğan ile Bahçeli’ye vererek, İmamoğlu’nu parmağına takıp ve oynatacaktır. İmamoğlu daha kiminle dans ettiğinin farkında dahi değildir.

Son günlerde  Meral Akşener’in Erdoğan ve Bahçeli ile gizlice anlaştığı şüphesine neden olan bazı gelişmeler yaşanmaktadır. Nedense “Bayram değil seyran değil eniştem beni niçin öptü” anlamına gelen Akşener’in açıklamaları oldu. Çıktı hiç gereği yokken “Lami cimi yok seçimleri kaybettik” dedi. Hiçbir muhalif partinin lideri Erdoğan’ın meşruiyetini “muştulamak” ihtiyacı hissetmezken, o nedense bu ihtiyacı hissetti. Akşener’in Erdoğan’ın bu meşruiyetini kitlelerin gözünde sağlamlaştırma ihtiyacı nereden kaynaklanmaktadır? Sakın Bahçeli’nin yolunda gitmesinin gereği olmasın!

Bu açıklamalar ya Akşener’in Erdoğan ile gizli olarak anlaştığı ya da anlaşmak için “Ben buradayım” diyerek mesaj vermesi anlamına gelmektedir. Ama bu kadar da değil! “Ben Cumhur İttifakı ile anlaşacağım ama CHP’nin de içini karıştırarak ve rejim için uygun birisinin CHP’nin başına geçmesini de sağlayacağım” demektedir. “Lami cimi yok seçimleri kaybettik” açıklaması, Kılıçdaroğlu’nu partisi ve kamuoyu önünde zora sokarak, İmamoğlu’na destek açıklamasıdır ve de CHP içerisine psikolojik harekattır. Bu harekatın Saray’ın amaçlarına hizmet ettiğinden şüphe yoktur. İster bu bilinçli isterse de bilinçsiz yapılsın.

Akşener kendi partisini demir yumrukla yönetmektedir ve eğer olaylara kendi mantığı açısından bakarsak, seçimlerin kaybedilmesinde en büyük sorumluluk sahibidir. Çünkü anketçiler seçimlerden önce Meral Akşener’in masadan kalkmasının en azı yüzde beş oy kaybına neden olduğunu belirtmektedirler. Bu oran üzde 48’in üzerine konduğu zaman yüzde 53 yapar. Bu durumda herkesten önce onun istifa etmesi gerekir. Elbette ki bu mantık yanlıştır ama seçim kaybının sorumlusu olarak tek Kılıçdaroğlu’nu ve üstelik sorunlu bir mantık yürütmenin sonucu olarak mahkum edip kendisini temize çıkarması, olsa olsa siyasi cambazlık ve cinliktir. Akşener’in kendi mantığına göre, genel başkanlıktan istifa etmesi gerekirken, kendi partisinin başında kalması ama CHP’de lider değişimi istemesi tek kelimeyle “politik faciadır” ve Kılıçdaroğlu’nun niçin direndiğinin aslında açık bir kanıtıdır. Saray İYİ Parti üzerinden CHP’ye genel başkan atamaktadır! Bu iki kere ikinin dört ettiği kadar açıktır!

Bir başka durum da, Erdoğan’ın “hiçbir şeyden” bir İmamoğlu davası yaratarak ve yasaklı hale gelmesini sağlayarak ya da en azından bu olasılığı onun başının üzerinde sallandırarak, tek rakibini ortadan kaldırmamaktadır ama yargı üzerinden İmamoğlu’nun boynuna bir ip geçirerek, onu istediği gibi de kullanmaktadır. Bazı kesimler üzerinden yeni bir fikir ortaya attırıp, İstanbul belediye başkanlığından ayrılıp ve CHP genel başkanlığı için harekete geçerse, cezasının onaylanmayacağı ya da Erdoğan’ın buna cesaret edemeyeceği (?) havası yaratılıp, yerel seçimler öncesi CHP’nin birbirine girmesi sağlanmaya çalışılmakta ve de İmamoğlu  bu oyuna gelmektedir.

İmamoğlu CHP Genel Başkanı olsa da Erdoğan onun cezasını onayacaktır. Ama şimdilik onu CHP’nin içini karıştırması için yönlendirmesi, kendisi açısından en mantıklı olanıdır. İmamoğlu’nun CHP Genel Başkanı olup, Meral Akşener ile yakın hareket etmesi durumunda CHP dolaylı olarak AKP rejiminin çerçevesini çizdiği “iliştirilmiş muhalefet” biçimine sokulacaktır. Böylece gelecek seçimlerin de kaybedilmesi hemen hemen kesindir. Peki gelecek seçimlerde de aynı politik manzara açığa çıkarsa, bugün değişim diyenler ne diyecekler? Cevabı şimdiden bellidir. Bu kesimler çok yüzsüz çıkacaklar ve bu başarısızlığın açıklamasını yapmaktan ziyade, bugün yaptıkları gibi boş laflar ederek süreci kurtarmaya çalışacaklardır.

İmamoğlu Meral Akşener’in nasıl bir politika izleyeceğini ve kendisi de dahil bir çok insanı nasıl boşa düşüreceğini daha anlamamıştır. Akşener’in son açıklamaları ve bazı İYİ Parti milletvekillerinin yerel seçimlerde AKP ile hareket edilmesini savunan açıklamaları, Akşener’den habersiz mi oluyor acaba? Bütün bunların onun tarafından yapıldığından ve kamuoyunu hazırlama ve test etme çalışmaları olduğundan şüphe yoktur. Çünkü Akşener, seçimlerden sonra AKP rejimi karşısında ideolojik ve politik çözülme yaşayarak, artık bu rejimi seçim yoluyla yenmenin imkanı kalmadığını herkesten önce görmüştür. Bundan dolayı da Bahçeli’nin yolundan giderek ve Erdoğan ile anlaşarak, bazı belediyeleri alıp ve oradan partiye gelir yaratmanın ve de parti içindeki bazı odaklara bağımlı kalmamanın ve de böylece İYİ Parti’yi istediği gibi yönetmenin hesaplarını yapmaktadır. Son kongrede para tartışması boşuna mı oldu? Bu sorunun çözümü de Erdoğan’da bulunmaktadır!

Peki İmamoğlu CHP’nin başına geçerse ve İYİ Parti ile ittifak kurarsa (ki bu durumda HDP’nin oylarını unutsun!), Meral Akşener de gizlice Erdoğan ile anlaşmışsa (ki bu kaçınılmazdır!) , o zaman İmamoğlu ne yapacaktır? Cevap çok basit: Tamamen boşluğa düşecektir ve Akşener’in kendisinden isteklerinin sonu gelmeyecek ve bunun sonucunda da “CHP insanlıktan çıkacak”tır! Kılıçdaroğlu trajedi ile bitirdi, onun sonu  trajikomik olacaktır! Kaldı ki, artık ortada kazanılacak bir seçim de yoktur!

Kemal Kılıçdaroğlu değişsin öyle mi? Evet değişsin! Ama yerine gelecek olan o olmamalıdır! Erdoğan’ın politik tuzağına açıktan düşen, Meral “ablası”nın “gizli niyet ve planları”nı çözemeyen birinin CHP genel başkanı olması uygun değildir. Bu Türkiye için felaket demektir. İmamoğlu’nun felsefi, ideolojik ve politik derinliği yoktur ve genel başkanlık için gerekli formasyondan da yoksundur. Kılıçdaroğlu döneminde İYİ Parti CHP’yi izlerken, onun döneminde CHP İYİ Parti’nin arkasından sürüklenecektir ve İYİ Parti’nin nereye doğru gittiği de ortadadır!

Bugün CHP’nin içine düştüğü durumdan Kemal Kılıçdaroğlu’nun da büyük hataları bulunmaktadır. Rejimin bir “seçim darbesi” yapması durumunda neler olacağını tahmin etmesi ve bir B planının olması gerekirdi ki, Kılıçdaroğlu tek seçenekli bir politika yürütmüştür. Seçimlerden sonra, insanlar bu seçimin “niçin çalındığının” bir açıklamasını istemiş ama dolaylı ve ima yoluyla da olsa bu beklentiyi karşılayamamıştır. Bu seçimlerin meşru olmadığını ileri sürmüş ama bu iddiasını ise beklentileri karşılamayan bir söylem üzerine oturtmuştur. Rejimin montaj kasetler hazırlayarak seçim çalışması yürüttüğünü ve bunun da ilahiyatçılar tarafından değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürerek, topu nedense taça atmıştır. Halbuki kendi eksik ve hataları da belirtilerek, rejimin bu seçimleri yukarıda saydığımız gibi çaldığını doyurucu bir şekilde açıklayabilseydi, kendi partisini de müttefiklerini de ve yine aydınları da kendi etrafında kenetleyebilirdi.

Kılıçdaroğlu son dönemlerde, soğukkanlılığını da kaybederek, partililer için söylenmeyecek şeyler söyleyerek sürecin bütün kontrolünü kaybederek, tek bürokratik zora dayalı bir süreç kontrolü gerçekleştirmektedir. Bürokratik zor, fikirsel bir güçlülüğün tamamlayıcısı olmalıdır yoksa sürecin sürekleyicisi değil. Kılıçdaroğlu fikirsel mücadeleyi kaybettiği için, bürokratik zora sarılmıştır.

Bugün gelinen noktada Türkiye, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki duruma düşmüş bulunmaktadır[2]. Seçim sisteminin de pratikte yok edilmesiyle ülke işgal altına alınmış durumdadır. Bugün yasal olanaklar ile muhalefet en fazla geçen seçimlerdeki düzeye çıkabilir. Faşist rejim yapısal olarak yasal muhalefete aşılamaz engeller koymayı başarmıştır. Bu engellerin aşılması bugüne kadar uygulanılan politikalar ile mümkün değildir. İşin ilginç tarafı aynı açmazı, farklı bir biçimde Erdoğan ve AKP ya da genel olarak politik islam da geçmişte yaşamıştır. Peki politik islam Kemalist rejimin kendi önüne koyduğu aşılmaz politik engelleri zamanında nasıl bir politika ile aşabilmiştir?

Erdoğan’ın sürekli olarak “kefenle gezdiği”ni belirtmesi tesadüf müdür?

AKP kurulduğu andan itibaren hiçbir zaman, politik sistemin yasallığı içerisinde kalarak siyaset yapmamıştır. Erdoğan’ın İstanbul belediye başkanlığı döneminde, AKP’ye giden yolda nasıl belediye imkanlarını yasadışı bir şekilde kullandığını, zamanın Emniyet Organize Suçlar Şube Başkanı Adil Serdar Saçan açık bir şekilde belirtmiştir. Saçan AKP kurulduğu zaman nasıl bir suç dosyası hazırlandığını ama seçimlere giderken bu dosyanın seçim sonrasına bırakılması ricası üzerine nasıl dosyanın seçim sonrasına bırakıldığını ama AKP’nin seçimleri kazanmasıyla da hiçbir zaman işleme girmediği arşivlerde kayıtlıdır.

AKP’nin Gülen Cemaati ile ittifak yaparak nasıl “Ergenekon Komplosu”nu hazırladığı ve bu komploda Gülen Cemaati’nin kadrolarını askerlere karşı nasıl yasadışı bir şekilde kullandığı yine arşivlerde kayıtlıdır. Yine 15 Temmuz’un nasıl bir yasadışı eylem olduğu ve bu eylemin mimarlarının kim olduğu, “herkesin bildiği bir sır”dır!

Eğer AKP Kemalist rejime karşı girişmiş olduğu yasadışı girişimlerde başarısız olsaydı, Erdoğan’ın başına ne geleceğini yine en iyi Erdoğan bilmektedir ki, sürekli olarak “kefen ile gezdiği”ni belirtmektedir.

Bütün bunlardan çıkan sonuç, Erdoğan ve AKP’nin Kemalist rejimin politik ve askeri dengesinin bozulmasını, yasadışı bir zemine dayanarak yaptıkları ve yasal sistemin ortasına konumlanarak da rejimin bu denge bozulmasını meşruiyet üretimine ustaca bağladıklarıdır. Bu haliyle yapılan bir tür “pasif darbe”dir. Çünkü iktidarın ele geçirilmesi, yasal zeminin dışında meşru olmayan araç ve yöntemler üzerine oturtulmuş ve yasal alanda da bunun sonuçları kullanılmıştır.Bundan dolayı da meşru olmadığı için darbedir. Ama bu darbe seçimler aracılığıyla meşru bir biçime sokulduğu ve gizlendiği için de biçimsel olarak meşru gözükmektedir ama pratikte meşru değildir.

Erdoğan iktidarı komplolar ile ele geçirdi, ki bu yöntem devrimci ve demokratik hareketin yöntemi olamaz. Ama Erdoğan’ın yaptığının farklı bir biçimi  demokratik bir şekilde yapılmak zorundadır. CHP’nin başına geçecek lider, yasal sistemin odağında konumlanarak, görünmez ağlar ile devrimci hareket ile ittifak yaparak, rejime karşı büyük kitle hareketleri ve hatta askeri görevleri de içine alan bir politika yürütmesini bilmeli, bu kitle ve askeri araçları rejim üzerinde büyük politik gedikler açan bir tarihsel kaldıraca çevirerek, rejim içerisinde büyük çatlakların oluşmasını sağlayarak ve de bunları istismar ederek, rejimi değiştirmesini bilmelidir. Onun dışındaki bütün politikalar havanda su dövmek olacaktır!

Bugün CHP’nin başına geçecek lider, siyasi ve askeri ayakları olan bir Kurtuluş Savaşı hazırlamak tarihsel yükümlülüğü ile karşı karşıyadır!

“İki tür mücadele tarzı vardır:
Biri yasalara uyarak,
öbürü zora başvurarak.
Birincisi insanlara özgüdür,
İkincisi hayvanlara.
Ama hep olageldiği gibi,
birincisi yetmediğinden
ikincisine başvurmak gerekir.
(Niccolo Machiavelli)

[1] http://demokratikbirlik.org/akp-mhp-ittifakinin-sandik-darbesi-ve-kisa-bir-degerlendirme

[2] Bununla ilgili geniş bir değerlendirme için daha önce yazılan bir yazıya bakınız: http://demokratikbirlik.org/bugunku-turkiye-ve-ataturkun-genclige-hitabesi