Hamas Saldırısı ve ABD’nin İsrail’e Koşulsuz Desteği Üzerine

Son Hamas saldırısından sonra, Batı Emperyalist ittifakının vermiş olduğu “dengesiz” tepki, dünya kamuoyunda Hamas saldırısı kadar büyük bir tartışma konusu olmuş ve hatta birçok ülkede iç politikada belirgin bir şekilde görülen bir politik yarılmaya neden olmuştur. Batı Emperyalist ittifakı açısından en göze batan durum, ABD ile İngiltere’nin İsrail’e vermiş oldukları koşulsuz destektir. Almanya’nın desteği geçmişinden dolayı anlaşılsa da, Fransa’nın dengeli politikasını terkederek ve neredeyse ABD ile İngiltere gibi konumlanması ve de gelen eleştiriler sonucunda biraz daha dengeli bir görünüm (sadece görünüm!) elde etmeye çalışması, sanki dünya politikasında yeni bir tarihsel eşiğe yaklaşmakta olduğumuz hissiyatına yolaçmıştır.

Hamas Saldırısı ve ABD’nin İsrail’e Koşulsuz Desteği Üzerine

Hamas Saldırısı ve ABD’nin İsrail’e Koşulsuz Desteği Üzerine

Kemal Erdem

Son Hamas saldırısından sonra, Batı Emperyalist ittifakının vermiş olduğu “dengesiz” tepki, dünya kamuoyunda Hamas saldırısı kadar büyük bir tartışma konusu olmuş ve hatta birçok ülkede iç politikada belirgin bir şekilde görülen bir politik yarılmaya neden olmuştur.

Batı Emperyalist ittifakı açısından en göze batan durum, ABD ile İngiltere’nin İsrail’e vermiş oldukları koşulsuz destektir. Almanya’nın desteği geçmişinden dolayı anlaşılsa da, Fransa’nın dengeli politikasını terkederek ve neredeyse ABD ile İngiltere gibi konumlanması ve de gelen eleştiriler sonucunda biraz daha dengeli bir görünüm (sadece görünüm!) elde etmeye çalışması, sanki dünya politikasında yeni bir tarihsel eşiğe yaklaşmakta olduğumuz hissiyatına yolaçmıştır.

Son olaylara özellikle ABD’nin yaklaşımı oldukça önemli olup, nedenlerinin anlaşılması konjonktürün evriminin yönünün anlaşılması noktasında kilit bir öneme sahiptir. Çünkü ABD ve küçük ortağı İngiltere vermiş oldukları kararlar ile dünya siyasetini bir lokomotif gibi bir yöne sürüklemektedirler. O halde son olaylardan sonra bu iki devletin tutumunun “gizli bir stratejinin ürünü” mü yoksa “anlık bir tepkinin ürünü” mü olduğunun açığa kavuşturulması oldukça önemli bir politik sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

O halde Hamas saldırısından sonra Biden’ın, geçmiş Demokrat başkanlardan farklı bir şekilde  İsrail’e vermiş olduğu koşulsuz desteğin nedeni nedir? Biden’ın şu anki İsrail politikası bir Demokrat Başkan’ın değil sanki bir Cumhuriyetçi  Başkan’ın politikasına benzemektedir. O halde ABD politikasında bu ayrımın silinmesinin nedeni nedir?

Bir dünya savaşına doğru mu? 

Yazılarımızı dikkatli şekilde takip eden okurlar, özellikle Trump’ın ABD Başkanı olmasından sonra, ABD’nin dış politikasında (iç politikada da öyle) büyük bir dönüşümün yaşandığını ve klasik Cumhuriyetçi siyasetin büyük  oranda aşılarak, ABD dış siyasetinin yönünün daha saldırgan ve bir dünya savaşını provoke edecek bir yönde geliştiği noktasında analizler yaptığımızı göreceklerdir. Aslında aynı saldırganlık Demokrat partili başkanların dış siyasetinde de mevcuttur ama bu siyaset daha örtülü geliştiği için saldırgan yönün anlaşılması biraz daha zordur. Demokratların saldırgan politikayı  daha ince bir şekilde örmelerine karşın, Cumhuriyetçilerin daha direk ve sert bir şekilde bunu yapmaları, siyaset yapışları üzerine de yansıyarak farklı stil ve metodlara neden olmaktadır.

Bundan önceki bir çok makalede de belirttiğimiz gibi, ABD’de Sovyet Bloku’nun çöküşünden sonra yapılan analizlerin temel ekseni, “ABD mevcut küresel hegemonyasını nasıl koruyacak ve ortaya çıkacak küresel meydan okumaları nasıl bertaraf edecek?” üzerinde şekilleniyordu.

Sovyet Bloku çökmüştü ama Rusya’nın emperyalist niteliği yok olmamıştı ve “uyuyan bir devi” andırıyordu. Çin rejimini tarihsel dalgadan korumuş ve daha dengeli bir politika ile zaman kazanarak dünya siyasetine güçlü bir şekilde dönmek için güç biriktiriyordu. Yeni Rusya ile Çin’in olası ittifakı ise ABD ile müttefiklerinin korkulu rüyasıydı. Çünkü bu ittifak, Batı emperyalist ittifakını Avrasya’dan dışlayacak büyük bir potansiyele sahipti. İşte bu noktada Yeni Rusya ile Çin’in zayıflatılması ve küresel olarak bertaraf edilmesi için iki strateji ABD’de kapışmaya başladı. Demokratlar, Rusya’da rejimin ilkönce devrilerek Çin’in kuşatılmasını önerirlerken, Cumhuriyetçiler önce Çin rejiminin yıkılarak Rusya’nın kuşatılması ve boğulması politikasını öneriyorlardı. Bu stratejik kapışma hala devam etmektedir.

Bu iki stratejinin küresel bağlamada hem kesişme noktaları hem de ayrılma noktaları mevcuttur. Özellikle Clinton-Bush (baba ve oğul)-Obama dönemine kadar olan sürede bazı önemli ülke ve bölgeler ile ilgili meselelerde ayrımlar ve kesişmeler kısaca şöyleydi:

Kesişme: NATO aracılığıyla Batı Avrupa ile ittifakın sağlam tutulması. Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin desteklenmesi. İngiltere ile özel stratejik ilişkilerin sürdürülmesi. İsrail ile stratejik ilişkilerin sürekli canlı ve güçlü tutulması. Taiwan’ın Çin karşısında korunması. Japonya, Güney Kore ve Avusturalya ile stratejik ilişkilerin sürdürülmesi. Hindistan’ın kazanılması politikasının sürdürülmesi vs.

Ayrım: Suudi Arabistan ve Körfez monarşilerinin Cumhuriyetçiler tarafından desteklenmesi ama Demokratların bu rejimlerin göreli bir demokrasiye geçmeleri için (özellikle Müslüman Kardeşler aracılığıyla) desteklenmesi. Cumhuriyetçiler gerekirse İran rejiminin yıkılması için devletler düzeyinde ortak bir saldırı politikası oluşturmak istemelerine karşın, Demokratlar dolaylı güçlerin kullanıldığı bir politikayı daha çok savunmaktadırlar. Cumhuriyetçiler Ortadoğu’da IŞİD gibi dolaylı güçlerin, devletler düzeyinde bir saldırı ve baskı politikasının yan ürünü ya da tamamlayanı gibi kullanılmasını önerirlerken, Demokratlar bu unsurları temel bir mücadele unsuru ve devletler düzeyinde baskı ve saldırıyı daha geri planda tutan bir anlayışa sahiptiler. Cumhuriyetçiler gerekirse “tek taraflı” bir yaklaşım geliştirilmesini ve müttefiklerin bazen baskı ile ittifak içinde tutulması politikalarına karşılık, Demokratlar “daha koalisyoncu” ve diplomasinin ön plana çıkarıldığı bir politikayı benimsemektedirler.

Trump iktidara geldiğinde, Cumhuriyetçilerin Demokratlar ile olan ayrımına Türkiye bağlamlı olarak başka bir ayrım yine ekledi: Türkiye’deki Erdoğan ve rejimi gerçekliğini kabul ederek ve de bu rejimin AB yönünde dönüştürülmesinin imkansızlığını göz önünde bulundurarak, Türkiye politikasında kapsamlı bir değişikliğe gitti. Clinton döneminden Obama dönemine kadar olan süre içerisinde, Türkiye’nin AB üyeliğinin ABD tarafından desteklenmesinin nedeni, İran rejiminin yıkılma sürecinde Türkiye’nin hareketsiz tutulması ve statükonun devamı yönünde (özellikle Kürt meselesinden dolayı) pozisyon almaması içindi. İran rejiminin yıkılması ile Kürt sorununun bölgede şiddetleneceğini bilen Türkiye asla İran rejiminin düşüşüne destek olmayacaktı. Türkiye ile İran’ın Kürt sorunundaki bu ortak çıkarı, bölgede statükoyu ayakta tutan en önemli bağdı ve ABD bunun için Türkiye’nin hareketsiz tutulmasını AB üyeliği ile sağlamaya çalışan bir politikayı devreye sokmuştu.

Trump'ın yeni Türkiye politikası

Ama bu politika Erdoğan rejimi ile çıkmaza girince, Trump bu engeli aşmak için Kissinger aracılığıyla ile başka bir politikayı devreye soktu: Türkiye’deki rejimi onun doğasına aykırı bir şekilde “AB kalıbına” sokmaktan ziyade, rejimin doğasındaki özelliklere uygun olarak bölgede Türkçü ve İslamcı yayılmacı emellerine seslenerek ve önünü kontrollü bir şekilde açarak ve de onu maceracı bir yola sokarak (özellikle Suriye üzerinden İran ve Rusya ile bir savaşa) Batı’ya sıkı bir şekilde bağlamak isteyen bir politikayı devreye soktu. Trump bu noktada Erdoğan rejimine bir tuzak kurdu ve bu tuzak aracılığıyla onu sıkıca Batı’ya bağlamak istedi. Bu tuzak Demokratların Ukrayna’da Rusya’ya karşı geliştirdikleri bir politikanın benzeriydi. Ukrayna’nın Rusya’nın önüne atılmasına benzer bir şekilde Rojava da Türkiye’nin önüne atılacaktı yani Rojava’nın yutulması için Türkiye teşvik edilecek ve Türkiye’nin Rojava’ya girişiyle birlikte, Suriye ve İran ile direk karşı karşıya gelmesi sağlanacaktı. Böylece Rusya da dolaylı olarak savaşa çekilmiş olacaktı. Bu savaş Türkiye’yi Suriye rejimi için kapsamlı bir şekilde savaş için harekete geçirecekti yani Türkiye Batı’nın ve Cihatçıların da desteği ile Şam rejimini devirmek için angaje olduğu zaman, ABD, Körfez NATO’su ve İsrail, İran rejimini devirmek için direk harekete geçeceklerdi. Böylece Türkiye’nin yayılmacılığının önü Suriye’den Orta Asya ve Kafkaslar’a kadar açılmış olacaktı ama aynı anda Türkiye sıkıca Batı’ya bağlanmış olacaktı. Daha doğrusu altına girmiş olduğu tarihsel yük, onun Batı’ya sürekli bağımlı hale gelmesine neden olacaktı.

Devlet Bahçeli ile MHP bu politikanın üzerine hemen atladı ama Erdoğan bunun tuzak olduğunu bildiği için sadece görünürde taktik olarak bu politikayı Trump karşısında zaman kazanmak ve içeride MHP’yi belirli bir süre kendisine bağlamak için kabul etti. Trump bir noktayı gözden kaçırmıştı: Erdoğan için içeride rejimin sağlamlaşması ve oturması dış yayılmacılıktan daha önemlidir. Çünkü rejimin en önemli düşmanları dışarıda değil “içeride”dir. Rejimin önceliği dışarı değil içeridir ve dış politika içeride rejimin oturmasına yardım ettiği ölçüde angaje olunacak bir politikadır.

Trump’ın Erdoğan karşısındaki analiz hatası, onun Rojava’yı yanlış ele almasına neden oldu. Erdoğan Trump’ın stratejisinin içerisine giriyor gibi görünerek, Barış Pınarı Harekatı ile Rojava’ya karşı harekete geçti ama bu hareketini Rusya üzerinden Suriye ve İran ile anlaşarak yani onlarla direk bir çatışmaya girmeden koordine edince, ABD’nin Rojava’yı tamamen kaybetme tehlikesi ortaya çıktı. Trump Erdoğan’ın kendisini bu boşa düşürmesine karşı sert bir tepki vererek tekrar “Rojava’nın koruyucusu” pozisyonuna dönerek durumu kurtarmaya çalıştı. Zaten bir yıl sonra da seçimleri kaybetti.

Erdoğan ile Trump arasında bölge ve dünya meseleleri ile ilgili olarak, “gizli bir anlaşma” yapıldığından kuşku yoktur. Ama bu anlaşmaya Erdoğan taktik olarak yaklaşırken Trump stratejik olarak yaklaşıyordu. Trump her ne kadar Erdoğan ile beraber iş yapıyorsa da ona tam olarak da güvenmiyordu.

Küresel stratejik düzeyde baktığımız zaman Trump’ın İran politikasının Çin politikasıyla iç içe geçtiğinden şüphe yoktur. Trump Başkanlığının birinci döneminde, Türkiye’nin de tuzağa düşürülerek Batı’ya bağlanmasıyla birlikte İran rejimini devirmek istiyordu ve bu başarı onun ikinci defa başkan seçilmesinin önünü açacaktı. Başkanlığının ikinci döneminde de, Taiwan üzerinden Çin’i yıpratan ve zayıflatan yani bugün Demokratların Ukrayna üzerinden yaptığının bir benzerini yapacaktı. Eğer Trump gelecek seçimlerde başkan seçilirse, Ukrayna meselesinin soğutularak, Taiwan üzerinden Çin ile bir yıpratma savaşını görebiliriz.

Batı stratejisinin en büyük handikapı, Türkiye Batı’ya tam olarak bağlanmadan İran rejimini devirmek için harekete geçmenin zorluğu ya da imkansızlığıdır. Ama Batı diplomasisi otuz yıldan beri bu bölgesel hedefi gerçekleştiremediği için bir türlü İran rejiminin devrilmesi politikasını da öne alamamaktadır.

Biden Trump'ın bazı politikalarını devralıyor

Biden Başkan seçildiği zaman ABD politikası  bölge ve dünya politikası açısından kısaca buydu. Biden ABD stratejisinin ana yönünü Trump’tan farklı olarak Çin’den Rusya’ya çevirdi ve Ukrayna üzerinden Rusya’yı önce hedef alan bir politikaya yöneldi. Ama ABD iç politikasının bölünmüşlüğünden dolayı da çok ciddi engellere sahipti. Bazı politikaların hayata geçirilmesi için Cumhuriyetçiler ile birlikte çalışmak zorundaydı. Cumhuriyetçiler de Trump dönemindeki pozisyonlarının fazla aşınmasını ve geri gitmesini istemiyorlardı. Çünkü Biden sonrası Başkanlığı ele geçirdiklerinde tekrar eski politikaya döndükleri zaman zorlanmak istemiyorlardı. Bundan dolayı Trump döneminin bazı politikalarının Biden döneminde de devam etmesi için ısrar ettiler ve bu durum biraz “karma” bir politikanın ortaya çıkmasına neden oldu.

Biden şu ana kadar görebildiğimiz kadarıyla Trump dönemindeki çok önemli iki politikayı değiştirmeden kendi stratejisi içerisine yerleştirdi. Böylece dış politikada Kongre ve Senato’nun engellerini aşmaya çalıştı. Bunlardan ilki Afganistan politikasıdır, ki Trump kendi dönemlerinde başlatılan politikanın sürdürülmesi olduğunu açıkça belirtti. İkincisi ise Türkiye-Rojava politikasıdır, ki çoğu kişinin gözünden kaçmıştır.

Biden Ukrayna üzerinden Rusya’nın provoke edilerek Ukrayna’ya saldırı politikasını başarıyla gerçekleştirdikten ve Rusya’yı Ukrayna bataklığına sapladıktan ve de Haziran 2022 yılında NATO’nun Madrid Zirvesi’nde bütün Batı’yı Rusya ve Çin’e karşı tek bir strateji içerisine yerleştirdikten hemen bir ay sonra, İran politikası için harekete geçti. Amaç Trump’ın yapmak istediği gibi İran ve Suriye’yi Rojava üzerinden Türkiye ile savaşa sokmaktı. Hatta bu politikanın önderliği de bir Cumhuriyetçi senatör olan Lindsey Graham tarafından yapılmaktaydı. Böylece Cumhuriyetçiler Biden’ın bu noktada Trump’ın politikasını devam ettirdiği noktasında emin olarak, Kongre ve Senato’da Biden’ın bazı politikalarına destek veriyorlardı.

Biden'ın Türkiye'yi Rojava üzerinden İran ve Suriye ile savaşa sokma politikası

Biden Temmuz 2022’de yani NATO Zirvesi’nden hemen sonra, Erdoğan’ın seçimler yaklaştığı için iç politikada sıkıştığını ve içeride milliyetçi rüzgarlar estirmek için bir dış müdahale aradığını ve de bunun için sözde kolay lokma olan Rojava’ya saldırabileceği olasılığını göz önünde bulundurarak, Rojava’yı Türkiye’nin önüne atan bir politika geliştirdi. Türkiye’ye Rojava’ya müdahale için yeşil ışık yaktı. Ama politikası “ikili bir yüze” sahipti. Türkiye Rojava’ya müdahale ettiği zaman İran ve Suriye ile savaşa sürüklendiği zaman önü açılacak ve Kürtler korunmayacaktı sadece küçük bir alan YPG (siz PJAK okuyun) için bırakılarak bu Türkiye-İran ve Suriye savaşı körüklenecekti. Yok eğer Türkiye 2019’daki gibi Rusya üzerinden İran ve Suriye ile anlaşılırsa, ABD ile müttefikleri hemen tekrar “Kürtlerin koruyuculuğu”na bürünerek durumu kurtarmaya ve durdurmaya çalışacaklardı ve de böylece Kürtleri kendi yanlarında tutacaklardı. Geçerken belirtelim ki, PKK bunların hepsinin farkındadır ama güç dengesi kendi aleyhine olduğu için fazla bir şey yapamamaktadır ama ne olduğunu çok iyi bilmektedirler.

Temmuz 2022’de Cumhuriyetçi senatör Lindsey Graham, ABD’li, İngiliz ve Fransız askeri yöneticileriyle birlikte Rojava Özerk Yönetimi’ni ziyaret ederek, Özerk Yönetim’in asla kabul edemeyeceği bir öneri sundu: Türkiye’nin Rojava’ya saldırısını durdurmak için ÖSO ile ENKS’nin Rojava’da Özerk Yönetim’e monte edilmesini önerdi. Bu Özerk Yönetim’e “kendi kendini feshet” demekti. Burada ABD’nin amacı açıktı: ister Türkiye savaş aracılığıyla Rojava’ya girsin isterse de Özerk Yönetim ile anlaşarak Rojava’ya girsin her iki durumda da İran ile Suriye müdahale edecekti.Çünkü bu öneri Türkiye’yi Rojava’da iktidar yapıyordu ve bu iktidarın ortaya çıkması durumunda Türkiye kısa vadede Suriye rejimini devirmek için harekete geçecekti ve bu durum İran ile Rusya’nın da durumunu bölgede zora sokacaktı.

Rojava yönetimi Türkiye’nin Rojava’da barışçıl bir şekilde iktidar olması  teklifini reddederek ve  olağanüstü hal ilan ederek savaş seçeneğini ileri sürdü. ABD ise Türkiye’ye dönerek kendi üzerine düşeni yaptığını ve Rojava’ya saldırabileceğini belirterek taktik olarak geri çekildi ve olayların gidişatını izlemeye başladı.

ABD ile müttefiklerinin bu tuzağı karşısında Türkiye, 2019’daki gibi Rusya üzerinden İran ve  Suriye ile bir anlaşma aramaya başladı ve Erdoğan Temmuz 2022’de Tahran’a gitti. Putin de çok kritik bir süreç olduğu için apar topar Tahran’a gitti. İran 2019’dan farklı olarak Türkiye’nin Rojava operasyonuna onay vermedi ve kararlı bir şekilde Suriye ile birlikte karşı durdu. Bu durum karşısında Türkiye operasyonu göze alamadı ve geri adım attı. ABD Kürtleri kaybetmemek için hemen “Kürtlerin korumacılığı” politikasına geri döndü ve şaklabanlığına devam etti. ABD sanıyor mu ki Kürtler bu yaptığını birgün ona ödetmeyecektir! Birgün Kürtler ABD’ye bu ikiyüzlü politikanın bedelini, gelecekte emperyalist dünya savaşının tam ortasında, stratejik bir karar vererek ve onları boşa düşürerek ödeteceklerdir.

Biden Erdoğan’ı Rojava üzerinden tuzağa düşüremeyince, Trump gibi İran’ı devirmek için direk harekete geçme politikasına geçemedi. Batı’nın bütün İran politikası gelip Erdoğan ve rejimi noktasında düğümlenmiş durumdadır. İlginç bir şekilde Erdoğan ve rejimi, denge politikasıyla bir dünya savaşını sürekli olarak geciktirmektedir. Bu Erdoğan’ın istediği bir politika değildir ama kendi rejimini korurken neden olduğu türev bir durumdur.

Emperyalist dünya siyasetinde Türkiye niçin önemlidir...

Bu noktada dünya siyasetindeki güç ilişkilerinin yapısıyla ilgili olarak temel bir teorik tespit yapmak gerekmektedir. Bu tespit önemli bir ilke olarak bazı devletlerin politikalarını anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu teorik tespit şudur: Emperyalist paylaşım kavgası bir emperyalist dünya savaşı sınırına gelip dayanmıştır ve küresel dünya bu savaştan bir adım öncesi dönemi yaşamaktadır. Bu emperyalist savaşın patlak vermesini Türkiye’nin stratejik denge konumu politikası sürekli olarak geciktirmektedir. Bu gecikme Doğu’lu emperyalist güçlere yararken, Batı’lı emperyalist güçlerin de aleyhine işlemektedir. Batı’lı emperyalist güçler Türkiye stratejik olarak Batı’ya bağlanmadan bu emperyalist dünya savaşını göze alamamaktadırlar. Türkiye’yi yanına alamayan emperyalist kamp bu savaşı büyük oranda kaybedecektir.

Türkiye’nin denge siyaseti, sürekli olarak Batı’yı oyalayan bir politika olduğu için Rusya, Çin ve İran tarafından devam etmesi istenen bir durumken, Batı için “giderek büyüyen bir ayakbağı” olarak gözükmektedir. Erdoğan ve AKP ise bu konjonktürü, tarihsel olarak yararlanılması gereken bir fırsat olarak görmektedirler. Bu konjonktürde hata yapmadıkları taktirde ve kendilerinin angaje olmadığı bir dünya savaşı patlak verdiği taktirde, rejimin ömrünü en azı elli yıl uzatabilecekleri bir fırsat olarak görmektedirler. Erdoğan, Batı’nın Rusya ve Çin karşısında sıkıştığını bildiği için, iki emperyalist kampı kendisi dışarıda kalacak şekilde kapıştırmak istemektedir. Böyle bir durumun ortaya çıkması halinde rejimini içeride tek oturtmakla kalmayacak ama bu rejimi kendisinden sonra uzun yıllar da ayakta tutacaktır. Eğer Erdoğan bunu becerebilirse, bunun bir gerçeklik payı içerdiğini açık bir şekilde okurlara belirtmek isteriz.

Ama Batı’lı devletler, Türkiye’nin dışarıda kalacak şekilde böyle bir dünya savaşını başlatmayacak kadar akıllı ve tecrübelidirler. Çünkü Türkiye’nin bölgesel etkisiyle birlikte düşünüldüğünde, bu dünya savaşının dışında kalması demek, onun dünya siyasetindeki tarihsel ağırlığı kadar bir ağırlığın Batı’nın omuzlarına binmesi demektir. Bu ağırlıkla birlikte, Rusya ve Çin’e karşı cephe açmak ise Batı’nın savaşı baştan kaybetmesi demektir.

O zaman dünya siyasetindeki çelişki çok açıkır: Erdoğan rejimini oturtması ve uzun yıllara yayması için emperyalist dünya savaşının dışında kalması gerekmektedir. Batı emperyalistleri Çin, Rusya ve İran rejimlerini yıkmak için Türkiye’nin tarafsızlığına son vermek ve onu Batı’ya bağlamak zorundadır. Rusya, Çin ve İran ise, Batı’nın yıkıcı savaşını durdurabilmek için Türkiye’nin denge politikasının devam etmesine taraftırlar.

İşte Hamas saldırısı olduğu zaman dünya ve bölge politikasındaki manzara buydu. Aslında Hamas’ın saldırısı, ABD ve İngiltere için, İran rejimini devirmek  ve onun üzerine saldırmak için büyük bir tarihsel fırsat yaratmaktadır. Ama bu fırsat dengesiz bir konjonktür içinde yani Türkiye’nin Batı’ya bağlanmadığı bir konjonktür içinde ortaya çıktığı için de kullanışsızdır. İşte bu noktada insanın aklına bazı sorular gelmektedir.

Son Hamas saldırısını Erdoğan ve Türkiye mi yönlendirdi? 

Hamas’ın Türkiye ile çok yakın bağlarının olduğunu ve Hamas yöneticilerinin Türkiye’de cirit attıklarını herkes bilmektedir. Hamas’ın son saldırısının arkasında, Batı ile İran’ı zamansız bir şekilde karşı karşıya getirmek için Türkiye bulunabilir mi? Türkiye Hamas’ı kullanarak böyle bir bölgesel provakasyon geliştirmiş olabilir mi? Erdoğan rejiminin mantığı ve “komplocu politikası” böyle bir olasılığa  işaret etmektedir (Aslında bize göre büyük oranda bu böyledir  ama elimizde kanıt yok !) Bunu şimdilik bilemeyiz ama olasılık çok güçlüdür. Çünkü Batı ile İran’ın böyle zamansız bir şekilde karşı karşıya gelişinde en çok fayda sağlayacak olan Erdoğan ile rejimidir.  Erdoğan ABD’nin Temmuz 2022’de Rojava’yı kendisine açarak onu İran ile karşı karşıya getirme politikasına bu komplo ile karşılık vererek, ABD ile İran’ı zamansız bir şekilde karşı karşıya getirme biçiminde cevap vermiş olabilir, ki Erdoğan’ın bu gücü vardır.

Hamas’ın son saldırısı ilginç bir şekilde bütünüye Erdoğan’a ve rejimine yaramaktadır. Bu da tesadüf sınırlarını aşan bir durumdur. Mevcut konjonktürde İran’ın en son yapacağı şey, İsrail’e saldırmaktır. Çünkü Rusya Ukrayna’da batağa saplanmışken İsrail üzerinden Batı’ya savaş açmak İran gibi tecrübeli bir devletin yapacağı bir hata değildir. Ama Batı’ya yanaşıyormuş gibi yapan bir Türkiye, bu tür provakasyonları yapacak anlayış ve iradeye sahiptir. Bu anlayış ve irade ise, Erdoğan rejiminin kendisini koruma refleksinden kaynaklanmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Erdoğan’ın temel önceliği içeride rejiminin güvenliğidir. Bu rejimi güvende tutmak ise tek önceliğidir.

Okur şöyle bir soru sormak isteyebilir: Hamas saldırısı ile Erdoğan rejiminin güvenliği arasında ne tür bir ilişki vardır?

Erdoğan Biden yönetiminin kendisini devirmek için planlar yaptığını düşünmektedir. Putin’e yapıldığı gibi kendisine karşı da kapsamlı bir baskıdan korkmaktadır. Bu baskıyı bertaraf etmek için ise, kendi dışındaki iki emperyalist kampı zamansız bir savaşa sürükleyerek bu baskıyı hafifletmek ve hatta mümkünse yoketmek istemektedir. Aslında kendi açısından bakıldığı zaman Erdoğan’ın düşünüş tarzı mantıklıdır ama bu planların tutması biraz zor görünmektedir.

Bundan dolayı, Hamas’ın son saldırısından sonra, devrimci ve demokratik hareketin Hamas’a destek vermesi yanlıştır ve hatta eleştirmesi gerekir ama genel olarak Filistin davasının da savunulması yerindedir ve de bu ayrım devam ettirilerek ilerlemek en doğrusudur. Hamas’a gözü kapalı bir destek Erdoğan ve AKP’nin tuzaklarına düşmeyle sonuçlanacaktır.

Biden'ın İsrail'e koşulsuz desteğinin iki nedeni

Şimdi de bu yazının başlığında belirtilen duruma yani ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğinin nedenlerine gelmeye çalışalım. Biden’ın İsrail’deki faşist Siyonist hükümete bir Cumhuriyetçi Başkan gibi destek vermesinin altında, iki önemli neden bulunmaktadır. Bunlardan ilki ABD iç politikasıyla ilgilidir, ikincisi de İsrail’i ABD stratejisi içerisinde tutma ve onun da diğer ABD müttefikleri (Suudi Arabistan, BAE gibi) gibi Biden hükümetine mesafe koymasına engel olmak içindir. İsrail’deki Siyonistler de Suudi Arabistan ve BAE gibi ABD’de Demokratlara politik olarak mesafelidirler. Bu mesafenin Demokratların iktidarı döneminde giderek açılması demek, Demokratların küresel stratejisinin Ortadoğu ayağının çıkmaza girmesi demektir. Bu da genel küresel stratejinin çıkmaza girmesi anlamına gelir.

Biden ABD iç politikasının yapısından dolayı istemese de Netanyahu’ya yakın durmak zorundadır. Çünkü gelecek yılki seçimleri kazanması için seçmen tabanını geniş tutmak ve bir kısım seçmeni Cumhuriyetçilere kaptırmamak zorundadır. Bu seçmenlerin önemli bir kısmı ise Evanjelik-Yahudi koalisyonunun etkisi altında bulunan seçmen kitlesidir. Bu koalisyon uzun yıllardan beri varolmasına karşın, Trump’ın seçildiği seçimlerde büyük bir kitleye ulaşıldığı görülmüştür. Aslında dünya siyasetinde gördüğümüz bir politik fenomen ABD iç siyasetinde de büyük oranda görülmeye başlanmış ve partilerin gözardı edemeyeceği, söylem ve taktiklerini adapte etmek zorunda kaldıkları bir duruma neden olmuştur.

ABD dış politikasının yönünü gelecekte tahmin edebilmek için bu noktayı kısaca açmak gerekmektedir.Çünkü ABD iç politikasındaki bir fenomen, giderek ABD’nin devlet politikasına daha derinlemesine nüfuz edecek bir yapıya kavuşmuş durumdadır.

ABD'de  Muhafazakar Evanjelik-Siyonist ittifakı ve Amerikan faşizmi 

ABD’nin İsrail politikası sanıldığının aksine bir dış politika değil bir iç politika meselesidir. Bu haliyle ABD’nin İsrail politikası, “iç politikanın dışa taşmış ve ülke dışında konumlanmış” bir yapısı gibidir. Bunun nedeni ABD toplumunda bir kesimin yani Muhafazakar Evanjelikler’in kendi bağnaz ve dogma din anlayışını, uzun yıllardan beri hem derinlemesine hem de genişlemesine ABD toplumunda geliştirmesi yani bir tür “ABD toplumunu dincileştirme” anlayışından kaynaklanmaktadır. Aslında bizim Türkiye’de gördüğümüz Politik İslamın farklı bir versiyonudur ama gelişimi daha çok Gülen Cemaati’nin gelişimine benzemektedir.

Siyonizm’in itici gücü sanıldığının aksine Siyonist Yahudiler değildir. Tek başına Siyonistler, Ortadoğu’da bu kadar yıkıcı bir politika ve Filistinleri tamamen Filistin’den atmak isteyen bir politika  geliştiremezler. Siyonist hareketin bu kadar yozlaşmasının altında, sinsi ve kurnaz bir şekilde, Protestanlığı da jeopolitik kaygılar temelinde sürekli güncelleyen ve bu güncellemeyi bir dogmalar sepeti haline getiren, ABD faşizminin kitle temelini oluşturan Muhafazakar Evanjelik hareket yatmaktadır.

Muhafazakar Evanjelikler, ABD kurulduktan ve özellikle 1865’ten sonra federal sisteme geçtikten sonra, ABD toplumunda etkisini kaybederek marjinal bir kesim haline geldi.Protestanlık içerisinde egemen olan eğilim ise liberal protestanlıktı. ABD’de kapitalizmin gelişmesi ile liberal protestanlığın ABD toplumunda egemen olması arasında bir ilişki söz konusuydu. ABD kapitalizmi atılım gerçekleştirdikçe ve toplum kendisini bu atılımlara uydurdukça, Muhafazakar Protestanlık kendi tutucu ve gerici anlayışını toplum geneline yaymada zorluk çekiyordu. Liberal Protestanlık ise bu dinamizm içerisinde ABD’de laikliğin temel sütunlarından birisi  gibi işlev görüyordu. Ama kapitalizmin alçalan ve yükselen süreçleri, sürekli olarak ABD Protestanlığı içerisinde de dalgalanmalar yaratıyordu ve bu temelde Protestanlık içerisinde de sosyal kaymalara neden oluyordu.

Muhafazakar Protestanlık uzun yıllardan beri, bir çok kilise, dernek ve sosyal örgütler aracılığıyla tutucu ve gerici fikirlerini toplumda egemen hale getirmek ama özellikle de ABD politikasını dolaylı olarak etkilemek isteyen bir çaba içerisindedir. Onların ABD siyasetine bu dolaylı müdahale eğilimleri bir çok çevre tarafından eleştirilmiş ve onlar da kendilerinin siyaset yapmadıklarını yalnızca din alanıyla ilgilendikleri cevabını vermişlerdir. Aslında bunun bir taktik olduğu ve bizdeki Gülen Cemaati gibi bir hareket tarzına sahip oldukları çok açıktır.

Direk olarak siyaset alanı içerisine girmeden dolaylı olarak siyaset alanına müdahale etmek, zayıf ve gerici hareketlerin kullandıkları bir taktiktir. Toplumun geneli bu gerici fikirlere ilgi göstermedikleri bir dönemde, bu tür hareketler sürekli olarak bir perdenin arkasına gizlenerek siyaset yaparlar ve kendi zamanlarının gelmesini beklerler.

Muhafazakar Evanjelikler Siyonistler ile ittifaka niçin ihtiyaç duydu? 

Muhafazakar Evanjelikler ABD toplumunda kendi gerici fikirlerinden ödün vermeden nasıl güçlü hale gelebilecekleri noktasında akıl yürütmüşlerdir. Onların işte Yahudilik ile ilişkisi bu sosyal ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İlk başlarda anti-semitist olan Muhafazakar Evanjelikler, ABD toplumunda göçler ile Yahudilerin sayısal büyümeleri, ticaret ve kalifiye işlerde uzmanlaşarak daha çok toplumun orta sınıfının içerisinde  yeralmalarından dolayı ve giderek önemli bir Yahudi kitlesinin Filistin’e göçmeleri ve de Siyonist bir hareketin ortaya çıkmasıyla birlikte Yahudilere karşı tutumlarını, dinsel metinleri de tahrif ederek değiştirmişlerdir.

Muhafazakar Evanjeliklerin Yahudi söyleminin değişmesinin ilginç bir şekilde ABD’nin dünya siyasetine ağırlığını koyması döneminde yani iki dünya savaşı arası dönemde değişmesi ilginçtir. Bu dönemde Muhafazakar Evanjelikler, anti-semit söylemleri bırakarak, bu koalisyonu güçlendirmek için geçmişte Hristiyanların Yahudilere kötü davrandığı özeleştirisini vererek, onlara karşı tutum değişimine gitmişlerdir. Hatta İncil’de Kutsal Toprakların Tanrı tarafından Yahudilere verildiği ve Yahudilerin Tanrı tarafından seçilmiş bir halk olduğunun belirtildiğini ileri sürmüşlerdir. Muhafazakar Evanjeliklerin Yahudilere bu tavizlerinin özellikle Filistin’in İngiltere mandasına geçmesinden sonra ortaya çıkması ise tesadüf değildir. Hatta iki gerici hareket arasındaki ilişkileri ideolojik düzlemde daha da güçlendirmek için Hristiyan eskatolojisi içerisine Siyonizmin zaferi dahi konulmuştur. Hristiyan eskatolojisinde yeralan Mesih’in İkinci defa gelişi dogmasının içerisine Siyonizm de eklenerek dinsel ve ideolojik düzeyde jeopolitik süreçler güçlendirilmeye çalışılmıştır. İkinci dünya savaşından sonra Filistin’de iki devletin nesnel olarak ortaya çıkmasıyla birlikte iki hareket artık kopmazcasına birbirine bağlanmıştır.

Muhafazakar Evanjelikler Yahudiler ile ittifak sayesinde hem ABD toplumunda marjinellikten kurtulmaktalar hem de Yahudi sermayesi ile güçlerini birleştirerek ABD toplumunda daha etkin olabilmektedirler. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yahudi soykırımının da etkisiyle ama aynı anda ABD’nin dünya siyasetindeki ağırlığının da artmasıyla, giderek Siyonizmin şampiyonluğunu yapmaya başlamışlardır. Bu destek o kadar çok ileri gitmiştir ki, onlara Hristiyan Siyonist denmeye başlanmıştır.

Siyonizmin Muhafazakar Evanjelikler tarafından bu ateşli savunusunun iki nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Siyonist Yahudiler ile ABD toplumunda ittifakı sıkı tutarak ABD’de faşist bir politik düzenin ortaya çıkmasını sağlamak. İkinci olarak da bu ittifak ABD’de iktidara geldiği zaman, özellikle Ortadoğu’da ABD’nin küresel hegemonyasını sağlamlaştırma ve potansiyel düşmanlarını bertaraf etmede İsrail’e dayanmaktır. Bu dayanağın güçlü olması için de Siyonizmin zafer kazanması ve Filistinlilerin varolan topraklardan tamamen sürülmesi gerekmektedir.

Muhafazakar Evanjelikler kendi dogma dünya görüşlerine uygun olarak bir Hristiyan eskatolojisi (dünyanın sonu ile ilgili öğreti) geliştirip ve bu eskatolojiye uygun olarak da jeopolitik varsayımlar oluşturmuşlardır. İşin daha da vahim tarafı, geliştirmiş oldukları bu teolojik ve jeopolitik söylemleri, ABD siyaseti ve devleti içerisinde de geliştirip, egemen kılmaya çalışmaktadırlar.

ABD Başkan adaylarının Muhafazakar Evanjelik-Siyonist ittifakı ile ilişkileri

Muhafazakar Evanjelik-Siyonist ittifakının seçmen tabanlarının sürekli genişlemesi ve elde etmiş oldukları mali ve ekonomik güç ve de bunların sonucunda ABD devleti içerisine sızdırdıkları kadroların gücü, ABD Başkan adaylarının bu ittifaka kayıtsız kalmasına engel teşkil etmektedir. ABD siyasetindeki rekabet, bu gerici hareketin güç kazanmasının temel nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Bu gerici ittifak kendi gerici davalarına angaje olan başkan adaylarını destekleyerek kendi nüfuzlarını geliştirmek istemekte ve mümkünse kendi söylemlerini ABD siyasetinde tamamen egemen kılmak istemektedir.

Bu gerici ittifakın büyüme sürecinde başkan adayları, seçim süreçlerinde  taktik olarak bu kesimin bazı söylemlerini kullanarak onların oylarını almaya çalışan bir yaklaşım geliştirmişlerdir. Bir kez oylar alındıktan sonra da, bu gerici ittifakın politikalarını geri bir planda ve düzeyde tutan bir politika uygulamışlardır. Çünkü bu gerici ittifakın söylemlerinin ABD politikasında egemen hale gelmesi demek, ABD’nin hem içte hem de dışta çok büyük sorunlarla karşılaşması demek olacağından, başkanlar bu politikaları bir dereceye kadar uygulayarak bu kesimin ağzına bir parmak bal sürmekle yetinmişlerdir. Örneğin 1976’da Jimmy Carter böyle seçilmiştir.Bu kesimin oylarını aldıktan sonra, onların gündemi ile olan ilişkilerini kesmiş ve farklı bir politika izlemiştir. Bu gerici ittifak Jimmy Carter hayal kırıklığından sonra istikrarlı bir şekilde Cumhuriyetçi partiye yanaşmış ve parti ile ilişkilerini sürekli sağlamlaştırmıştır.

Muhafazakar Evanjelik-Siyonist ittifak Cumhuriyetçi partiye dümen kırdığı ve ilişkilerin giderek geliştiği yıllarda, başka bir tarihsel fenomen ortaya çıkarak, ABD toplumunda Muhafazakar Evanjeliklerin liberal Protestanlara ağır basmalarına neden olmuştur. Bu fenomen küreselleşmedir.Kürselleşmenin olumsuz sonuçları dünya ve ABD toplumunda ortaya çıkarken,  Muhafazakar Evanjelikleri de liberal Protestanlar karşısında güçlendirmiştir. Çünkü ABD toplumunda büyük bir dönüşüme neden olmuş ve bu dönüşümün tek olumlu değil olumsuz sonuçları da ortaya çıkmıştır ve de bu olumsuz sonuçlar bu gerici kesimin büyümesine neden olmuştur.

Küreselleşme bir çok gelişmiş ülkede olduğu gibi ABD’de bazı ekonomik sektörleri ve meslek gruplarını ya krize sokmuş ya da bu kesimlerin hayat standartlarının düşmesine neden olarak büyük bir korku ve endişenin bu kesimler içinde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çok az bir kesim küreselleşmeye adapte olurken ve meslek dönüşümünü gerçekleştirirken, büyük bir kesim bunu gerçekleştiremeyerek karamsarlığa sürüklenmiş ve bu karamsarlık bu kesimlerin bu gerici hareket tarafından etkilenmelerine neden olmuştur. İşte bu durum ABD’de Evanjelikler arasındaki güç dengesinin Muhafazakar lehine değişmesine neden olmuştur. Onlar da ABD sosyolojisindeki bu değişimi dolaylı olarak siyasi alana taşıyarak özellikle Cumhuriyetçi parti içinde “iktidar mücadelesi”nde kullanmışlardır. İlk defa ABD tarihinde bu faşist kesim, önce Cumhuriyetçi parti içinde sonra da ABD seçimlerinde zafer kazanarak Trump ile iktidar olmuştur.

Bu gerici hareket uzun yıllar tabanda gerçekleştirmiş olduğu faşist hareketin bir siyasi lider ve hareket ile birleşmesi için çaba sarfetmiş ve de bu çabanın sonucu olarak Trump gibi bir faşistin çıkmasına neden olmuştur. Artık “cin tüpten çıkmıştır” geri sokulması mümkün değildir. Türkiye’de ve bir çok ülkede olduğu gibi ABD’de faşist hareket muhafazakar demokratları zayıflatarak onların yerlerine ikame etmeyi başarmışlardır. ABD siyasetinde bu eksen kayması, bir tür “tarihsel denge kaybıdır” ve sonuçları dünya ölçeğinde hissedilecektir.

Biden gelecek ABD seçimlerinde bu kesimin Cumhuriyetçiler tarafından büyük oranda etkilenmesinin önüne geçmek için Hamas saldırısından sonra İsrail’e koşulsuz destek vermiştir. Çünkü bu kesim İsrail’in güvenliği noktasında çok hassas olup, bu noktada bir geri duruşu affetmeyecektir. Biden’ın İsrail’e karşı bu tutumunun altında iç politikadaki bu hassas durum yatmaktadır.

Bu noktada Biden’ın durumu oldukça kritiktir. İçeride bu gerici kesimin desteğini almak için İsrail’e koşulsuz destek vermek zorundadır. Ama bu destek İsrail tarafından yanlış kullanılıp İran ile zamansız bir savaşa evrilme riskini içinde barındırmaktadır ve ABD’nin buna da engel olması gerekmektedir.

Muhtemelen ABD Hamas saldırısının siklet merkezinin Türkiye olduğunu bilmektedir. Çünkü İran ile gizli görüşmeler yapılmakta ve bu saldırıların arkasında  İran’ın olmadığı bu görüşmelerden sonra büyük oranda anlaşılmıştır/anlaşılacaktır. Bu da zamansız bir şekilde ABD’nin başına çorap ören Erdoğan ve Türkiye meselesini giderek ABD politikasında temel bir yere oturtmaktadır.

ABD'de partiler üstü bir "devlet politikası"na mı doğru? 

Biden döneminde ortaya çıkan “karma politika”nın giderek ABD’de bir devlet politikası haline geleceğini varsayabiliriz. ABD politikasının bölünmüş yapısı, bu bölünmüşlüğün istismar edilmesini önlemek için bazı önlemlerin  alınmasına neden olacaktır. Başkan değişimlerinin neden olmuş olduğu olumsuzlukları gidermek için, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, partiler üstü bir devlet politikası oluşturarak, Erdoğan gibi liderlerin bu ayrılığı istismar etmesinin önüne geçeceklerdir. Biden dönemindeki “karma politika” bu partiler üstü devlet politikasına bir tür giriş gibidir. Bundan çıkan sonuç da, ABD’de gelecek seçimlerde kim seçilirse seçilsin, Erdoğan rejimi meselesini çözmek zorunda kalacak ve onun bir ayak bağı olmasının önüne geçecektir.

Erdoğan ABD karşısında el yükseltirken ve onun bölgesel ile küresel çıkarlarına çomak sokarken, bu yönde gelecek tehditleri bertaraf etmek için de içeride kapsamlı bir temizliğe yönelmiştir.MHP ve uzantılarının (Soylu gibi) yine onlarla birlikte hareket etme potansiyeline sahip olanların (Akar vb gibi) dolaylı bir şekilde etkisiz hale getirilmeleri aynı zamanda bu kesimlerin kendi rejimine karşı içeride kullanılmaları ihtimalini de ortadan kaldırmaya dönüktür.

ABD’deki Başkanlık seçimlerinden sonra Türkiye’de iç politikada ilginç gelişmelere tanıklık edebiliriz. CHP’deki genel başkan değişimi de bu ilginç sürecin bir parçası olabilir. Ama bütün bunlar başka bir makalenin konusudur, ki ileriki dönemde olayları dikkatlice izleyip ve analiz edeceğiz.