İç savaştaki yerimiz

Keyifli seyirlerin sonunda kendimizi bir kez daha final bölümündeki kurban olarak görmek istemiyorsak, kontrgerilla fraksiyonları arasında başlayıp demokrasi güçlerinin kafasında patlayabilecek gerici bir iç savaşın giriş sahnelerini izlediğimizi idrak edelim. Soylu ve Peker’in, karşımızdaki sorunun devlet-mafya-sermaye üçgeni değil üçünün kaynaştığı bir kontrgerilla iktidarı olduğunu ortaya koyan itirafnamelerini savcılara değil halka yapılmış bir ihbar olarak kabul edip biz harekete geçelim

İç savaştaki yerimiz

Ali Ergin Demirhan

Eğlenceli mi? Şayet “Sedat Peker ifşaatları” dizisi bir Netflix dizisi olsaydı ya da olay sadece sistemin bağırsaklarında biriken pisliğin dışarı çıkmak üzere hareketlenmesi olsaydı ya da tarafı olmadığımız, kötü adamlar arası bir savaşın başlangıcını izliyor olsaydık “eğlenceli” olabilirdi. Oysa bir dizi filmi değil yıllardır bu ülkeye, yani hayatımıza hükmeden ilişkiler ağının pornografik anlatımını izliyoruz. Sistemin bağırsaklarında biriken pisliğin dışarı doğru hareketlenmesini değil, sistemin bütün kurumlarını içine alan foseptik çukurunun taşmasını izliyoruz. Tarafı olmadığımız bir savaşın başlangıcını değil, kontrgerilla fraksiyonları arasında patlak verse de (hem mecaz hem de gerçek anlamıyla) silahların esas olarak sistem karşıtı muhalefete ve ezilen toplumsal kesimlere dönük olduğu, bağıra bağıra gelen, Sedat Peker konuşmasaydı bir başka vesile ile tetiklenecek olan, gerici güçler arasında başlayıp demokrasi güçlerinin kafasında patlayabilecek yeni bir “it dalaşı”nın, gerici bir iç savaşın giriş sahnelerini izliyoruz.

Eymür ve Akşener’in uyarıları

Eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün, İsmail Saymaz’ın Sözcü’deki 18 Mayıs tarihli köşesinde aktardığı “Bu gidişin sonu siyasi cinayetlerdir” sözünü ciddiye alalım.

Aynı gün İyi Parti lideri Meral Akşener’in grup toplantısı konuşmasının başında sarf ettiği ve AKP’lileri çok kızdıran Netenyahu-Erdoğan benzetmesindeki mesajı iyi okuyalım. Akşener şöyle diyor:

“Mart ayında, İsrail’de seçimler yapıldı ve oluşan tablo, İsrail’in en uzun süreli başbakanı Netenyahu’nun, yeni bir hükümet kurmasına imkân vermedi. (…) Birdenbire, İsrailli Arap partileri kritik bir öneme sahip oluverdiler. Çünkü hükümet ortağı olma, yeni iktidarı belirleme ihtimalleri doğdu.

Bu gelişmeler üzerine, bir anlamda Sayın Erdoğan’ın İsrail versiyonu olan, Benyamin Netenyahu, siyasi rakiplerini baltalamak ve bu şekilde koltuğunu koruyabilmek için, gözünü kırpmadan, sivillerin ve çocukların hayatlarına kast etmekten geri durmadı. Önce Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra kışkırtmaları yaşandı, ardından da Gazze’ye operasyon başladı.

İsrailli Arap partileri de yaşananlara tepki olarak koalisyon görüşmelerinden çekildi.

Kim kazandı? Savaş tüccarları kazandı. Koltuk meraklıları kazandı. Değişim istemeyen statükocular kazandı.

Peki kim kaybetti? İsrail’de yaşayan Araplar kaybetti. Gazze’deki siviller, kadınlar ve çocuklar kaybetti. İsrail demokrasisi kaybetti.”

Netenyahu yerine Erdoğan, İsrailli Araplar yerine Türkiyeli Kürtler yazdığımızda grup toplantısındaki bu konuşmanın Filistin’de bugün yaşananları değil Türkiye’de hemen yarın yaşanabilecekleri anlattığı, Kürtlere de ince uyarılar içerdiği görülecektir. Halihazırda iktidardaki kontrgerilla koalisyonunun en önemli tutkalı olan “Kürt savaşı” büyük iddialar ve kışkırtıcı bir saldırganlıkla sürdürülürken ve Kürt silahlı hareketi savaşı Türkiye içine taşıyacak hamlelere başlamışken mesajın bir muhatabının da Kürt siyasi hareketi olduğunu düşünmek için sebeplerimiz var.[1]

Kontrgerilla sisteminin iç işleyişini iyi bilen Eymür ve Akşener gibi isimler, yargılama ve seçim hayallerine girmeden önce iç savaş olasılığına dikkat çekmektedir. Soylu ve Peker de ucunda bir yargılama ya da seçim olacaksa bile esas meselenin kontrgerilla işleyişi içinde döndüğünü anlatmaktadır.

Kontrgerilla iktidarı kendini saklamıyor

Süleyman Soylu’nun 18 Mayıs akşamı TRT Haber’de, Sedat Peker’in de (Soylu’nun bu yayınını izlemeden önce hazırladığı bir video ile) 19 Mayıs sabahı Youtube kanalında anlattıklarından sonra Soylu-Peker atışması görünümündeki şey, bu iktidarın halka karşı nasıl savaş yürüttüğünü açığa vuran bir kontrgerilla itirafnamesine dönüşmüştür.

TRT ekranına planlanandan yarım saat geç çıkması, kırgın bir yüz ifadesiyle Erdoğan’la hâlâ görüşmediğini söylemesi, sosyal medya desteğinin arkasından çekilmesi, gaf üstüne gaf yapması, Peker kadar inandırıcı olamaması, bu iktidar için ne kadar vazgeçilmez olduğunu anlatmaya çalışırken yalvarma ile rest çekme arasında gidip gelen hallerini bir kenara bırakalım. Türkiye tarihinde, kontrgerilla yapısı görevdeki bir bakan tarafından hiç bu açıklıkta tarif edilip sahiplenilmiş midir? “Türkiye’deki asimetrik ve simetrik bütün saldırılara karşı asimetrik ve simetrik yanıt verildi. (…) Asimetrik hamleleri biz yaptık. Başkanlık sistemini biz getirdik” dedi Soylu. Türkiye’ye yönelik asimetrik saldırıları sıralarken IŞİD’e yüklenen 20 Temmuz 2015 Suruç ve 10 Ekim 2015 Ankara Katliamlarından söz etmedi. Herhalde bunları iktidarın “asimetrik yanıtları” arasında değerlendiriyordu. “Asimetrik savaş” yani “gayrinizami harp” yürütmekle övünen Soylu, “Organize suç örgütleri gayrinizami harbin en önemli aparatıdır” diyerek bu örgütlere aslında olumlu bir rol de atfediyordu. (En önemli mesajının bu söz olduğunu düşünüyor olacak ki daha sonra Twitter hesabından da paylaştı.) CHP’nin uyuşturucu ticareti ile ilgili sorularına “oy oranınız kaç” diye yanıt verip, sözlerini “asimetrik hamlelerle” devam ettirdiğinde, aslında kopuk kopuk konuşmuyor, soruşturulmayan uyuşturucu ticaretinin asimetrik savaş faaliyetlerinin finansmanında kullanıldığının bilinciyle, gerçeğe uygun bir akışla konuşuyordu. Kontrgerilla başka nasıl tarif edilir? 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından iktidarın kontrgerilla yöntemleriyle elde tutulduğu ve başkanlık sistemine de böyle geçildiği, “Tek Adam rejimi” denen şeyin bir kontrgerilla koalisyonu olduğu daha açık nasıl anlatılır?

Şimdiye kadar renk vermeyen Erdoğan açısından Süleyman Soylu’yu görevden almak kabine içi bir kadro değişikliği değil kontrgerilla koalisyonunun bir bileşeninden vazgeçmek anlamına geldiği için zor. Soylu da haddinden fazla açık sözlü bir şekilde bunu anlatıyor.

Peker’in nokta atışı

19 Mayıs sabahı yayımladığı 6. videosunda Peker de tam da bu konuyu işleyen bir itirafta bulundu. Bugüne kadarki en kritik ifşaat belki de buydu. 6 Eylül 2015’teki Hürriyet gazetesi baskınını AKP’li bir milletvekilinin isteği üzerine kendisinin organize ettiğini söyledi. O baskın sırasında ön planda görünen dönemin AKP milletvekili ve AKP Gençlik Kolları Başkanı Abdurrahim Boynukalın da Peker’in açıklamasını doğrulayan paylaşımlar yaptı.

Hürriyet baskını herhangi bir saldırı değildi. Erdoğan’ın Anayasa değişikliği hayali için gerekli 400 milletvekili hedefine yaklaşılamadığı gibi AKP’nin tek başına iktidar olanağını da yitirdiği 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından başlayan çatışma atmosferi içinde, Türkiye’nin siyasal partilerinden toplumsal muhalefetine, medyasından sermayesine “ya imha ya teslimiyet” ikilemi ile karşı karşıya bırakıldığı bir devlet terörü sürecinin miladıydı.[2] Bu baskın için ilk işaret Erdoğan tarafından verilmiş, Türkiye’nin en büyük medya grubu olan Doğan Medya Grubu’nun iktidar karşısındaki eleştirel yayınlarını eskisi gibi sürdürmekten vazgeçmesinden Demirören Grubu’na satılmasına uzanan süreç böyle başlamıştı.

Ancak Sedat Peker’in “AKP’li vekil istedi, ben bastırdım” diye anlattığı Hürriyet baskını, hemen ertesi gün Türkiye çapında onlarca ilde eş zamanlı olarak başlayan ve 7-8-9 Eylül tarihlerinde üç gün boyunca süren “sivil” görünümlü faşist terörün de işaret fişeği olmuştu. Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da, Balıkesir’de, Malatya’da, Kocaeli’nde, Çorum’da, Tekirdağ’da, Eskişehir’de, Aksaray’da, Elazığ’da, Konya’da, Kırşehir’de, Artvin’de, Çanakkale’de, Mersin’de, Antalya’da, Hatay’da, Bursa’da, Yalova’da, Amasya’da, Antep’te, Aydın’da… Sayıları yer yer binleri bulan kitleler polisin gözü önünde HDP binalarına, Kürt yurttaşlara ait işyerlerine, saldırı güzergahında bulunan diğer sol-sosyalist kurumların binalarına saldırdılar. HDP tabelaları indirildi, HDP Genel Merkez binası dahil pek çok parti binası polisin gözü önünde kundaklandı. Polisin saldırıları engellemek bir yana kimi yerlerde saldırgan kitleyi HDP binalarına bizzat yönlendirdiği görüldü. Hopa gibi faşist hareketin zayıf olduğu yerler de düşünülmüştü; Rize, Trabzon, Ardeşen, Borçka, Murgul’dan toplanan faşistler kamyonlarla Hopa merkezine taşındı. Manavgat’ta bir Kürt yurttaş öldürüldü. Durumdan vazife çıkarıp kendi mahallesindeki Kürt komşusunu linç edenler oldu. Peker bu konuda da bir itirafta bulunacak mı, bilmiyoruz. Ama bu saldırıların kendiliğinden sivil yurttaş tepkisi olmadığını, Erdoğan’ın/AKP’nin isteği ile düzenlenmiş organize bir kontrgerilla operasyonu olduğunu biliyoruz.

Bu saldırıların bahanesi Dağlıca saldırısıydı ancak gerçek nedeni “Sayın Recep Tayyip Erdoğan, seni başkan yaptırmayacağız” diyen Selahattin Demirtaş liderliğindeki HDP’nin barajı geçip yüzde 13 oy alarak AKP’ye 7 Haziran seçimini kaybettirmiş, Erdoğan’ın hayallerini yıkmış olmasıydı. HDP’nin seçim başarısı Fırat’ın batısı ile doğusu arasındaki muhalefeti yakınlaştıran, Gezi ve Kobanê direnişlerinin bileşke sonucuydu. Gezi’de Kürt hareketi aktif ve kitlesel bir katılım sergilememişse de Fırat’ın batısındaki muhalefet Kürtlerle empati kurmaya başlamıştı. Kobanê direnişi ile de Kürt hareketi AKP karşısındaki ılımlı pozisyonunu terk ederek aktif muhalefet çizgisine geçmiş ve AKP destekli cihatçı teröre karşı mücadeleleriyle batıdaki laik muhalefetin sempatisini kazanmıştı. Peker ve Soylu’yu bizzat itiraf ettikleri suçları için soruşturacak tek bir savcı bulunamazken bugün hala ipe sapa gelmez iddianamelerle yürütülen Gezi ve Kobanê davalarının sebebi de esasen bu süreçtir. Oysa, resmi sayılara göre 37 kişinin, Sendika.Org’un o dönemde farklı tarafların açıklamalarını karşılaştırarak hazırladığı ancak kesinleştiremediği iddialara göre ise 46 kişinin öldüğü[3] Kobanê eylemlerinde, Kürt hareketi en ağır kaybı veren taraftı. Bu eylemlerde resmi kolluk güçleriyle birlikte Hizbullah (Hüdapar) ve ırkçı-dinci paramiliter gruplar da cinayet işlemişti. Bir gün gerçek bir Kobanê olayları davası açılırsa Sedat Peker gibi itirafçıların, AKP/Erdoğan iktidarı sorumluları ile birlikte sanık sandalyesine geçip, arkadaki organizasyonu anlatması gerekir.

Yine aynı şekilde 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında, Erdoğan’ın çağrısının ardından sokaklara dökülen biçimsiz kitleleri toparlamak ve cesaretlendirmek için, daha sonra Peker’in defalarca sergilediği şekilde, bir eliyle kurtbaşı bir eliyle rabia işareti yaparak sokağa çıkan, darbecilerin yönlendirdiği askerlerin linç edilmesinden ezilen/muhalif toplumsal kesimleri sindirmek amacıyla Alevi, sol mahallelerde bölge sakinlerini terörize edecek gövde gösterileri düzenlenmesine bir dizi görev icra eden özel ekiplerin de öyküsü bir gün anlatılacaktır. Darbe girişiminin yenilgisinin de sokaklardaki kitle gösterilerinin de demokrasi için direniş değil bir başka kontrgerilla operasyonu olduğu er geç açığa çıkacaktır.

Yerimiz ekranın karşısı ya da namlunun ucu mu?

Peker’in ve Soylu’nun itirafnameleri, karşımızdaki sorunun devlet-mafya-sermaye üçgeni değil üçünün kaynaştığı bir kontrgerilla iktidarı olduğunu ortaya koyuyor. Susurluk Kazası sonrası ya da 15 Temmuz darbe girişimi sonrası süreçten de çok iyi biliyoruz ki kontrgerilla kendi içinde kavga etse de o namlunun ucu asla sistem karşıtı muhalefetten ve ezilen toplumsal kesimlerden uzaklaşmıyor. Hatta kontrgerilla düzeni, kendi iç çatışmalarını, bütün toplumu teslim alacak daha büyük ve şiddetli çatışmalarla aşma eğiliminde oluyor. 28 Şubat sürecinin vardığı yer 19 Aralık Katliamı, 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin vardığı yer de bütün muhalefetin şiddetle bastırıldığı bir OHAL ortamında başkanlık rejimine geçiş oldu. Keyifli seyirlerin sonunda kendimizi bir kez daha final bölümündeki kurban olarak görmek istemiyorsak, karşı karşıya olduğumuz çatışmanın gerçek boyutunu ve olası gelişimini anlamak için Soylu-Peker atışmasına değil bu atışmanın üzerinde geliştiği zemine bakıp kendi yerimizi de ona göre tayin edelim.

26 Mart’ta Sendika.Org’da yayımlanan “Türbülansta savaş fazına doğru” başlıklı yazıda Ocak 2020’de görünür hale gelen kontrgerilla içi huzursuzluğun bir çatışmaya dönüşme olasılığına dikkat çekiliyordu: “2019 yerel seçimlerinin ardından giderek şiddetlenen bir türbülansa giren, yani zıt yönlü hareketlerle sarsıntılı bir seyir izleyen iktidar koalisyonu, emperyalist sistem içi ve sermaye içi zıt yönlü baskıların ve giderek keskinleşen toplumsal çelişkilerin gerilimi altında tercih yapmaya zorlanıyor. (…) bu gerilim altında şiddetlenen türbülans hali iktidar içi çatışmalara da gebedir. Erdoğan’ın zorlandığı tercihler 15 Temmuz 2016’dan bu yana ülkeyi yöneten kontrgerilla koalisyonunu bir arada tutan denge halini de sarsacaktır.”[4]

Peker olmasa bir başkası olacaktı. Kısa süre önce “104 amiral bildirisi” olmuştu mesela.[5] Genel planda Türkiye’nin askeri ve ekonomik olarak entegre olduğu ABD emperyalizminin hakimiyet krizi ile neoliberal yeni-sömürge kapitalizminin krizi, güncel planda Türkiye’yi ağır bedeller ödeme pahasına Amerika ve Rusya arasında bir tercih yapmaya zorlayan Joe Biden’ın ABD Başkanı olarak göreve başlaması ve kasadaki 128 milyar doların da eritilmesiyle farklı sermaye fraksiyonlarını aynı anda tatmin etme olanağının ortadan kalkması nedeniyle yaşanan çıkar çatışmaları, daha çok Maliye Bakanı, Merkez Bankası Başkanı, mafya lideri, ordu komutanı, polis şefi, emanetçi sermayedar vb. kellesi alacak; uyarılar, ifşaatlar, tehditler havada uçuşacaktır.

Ancak bize bu kontrgerilla iktidarı karşısında bir çıkış yolu sunan düzlem, emperyalist sistem içi ya da sermaye içi gerilimlerden kaynaklanan egemenler arası çatışma düzlemi değil, egemen sınıfları bir bütün olarak karşısına alacak sınıf mücadelesi düzlemidir.

Faşizme karşı mücadelenin genişleyen olanakları

Namluların esas ve değişmez hedefi olduğunu söylediğimiz ezilen halk kesimleri gerici çatışmalar ve kontrgerilla operasyonları ile eskisi gibi manipüle edilebilir olmaktan çıkmaktadır. Kontrgerilla iktidarının krizinin bir boyutunu da bu oluşturmaktadır. 2019 yerel seçimlerinde AKP-MHP’nin yaşadığı yenilgi ve seçimin tekrar ettirildiği İstanbul’da denenen çalma girişiminin başarısızlığı, krizin bu boyutunun ilk görünür sonucuydu. 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında aradığı zemini bulan kontrgerilla, 31 Mart-23 Haziran 2019 arasında aynı zemini bulamadı. Sorun sadece IŞİD gibi bir aparatın ya da savaş koşullarının yokluğu, iktidarın beceriksizliği ve muhalefetin becerikliliği değildi. Buradaki kritik nokta, olgunlaşan sınıfsal çelişkilerin ve kentlileşme sürecinin kültürel kimlik bariyerleriyle tutulamayacak bir toplumsal dönüşümü başlatmış olmasıydı. Türkiye işçi sınıfının genel olarak sağ özel olarak da AKP’nin tabanı olan kesimleri, sınıfsal konumdan çok kültürel kimlik etrafında inşa edilen “biz” kavramına eski bağlılığını taşımıyordu. Bu dönüşüm sağcıyı birden solcu yapmıyordu elbette ancak iktidarın kültürel kodlarla kutuplaştırma girişimlerinin ve savaş siyasetinin geniş kitleleri eskisi gibi manipüle edemediği görülüyordu. Yerel seçimlerde çok belirsiz olan, şişirilmiş aday odaklı seçim kampanyalarının gölgesinde kalan bu eğilim yerel seçimler sonrasında giderek güçlendi. Özellikle de emekçilerin işsizliğe, sefalet ücretlerine, ölüme, borç batağına itildiği ve iktidarın sermaye yanlısı tercihlerinin tartışılmaz bir hal aldığı pandemi döneminde. Erdoğan ve iktidarıyla kurduğu kader ortaklığı duygusunu, kendi kaderine terk edilmişliği hatta sermaye çıkarları için itilip kakılması içinde sorgulamaya başlayan emekçi kesimler, tepkilerini bir başka partiye bağlanmaktan çok burjuva parlamenter siyaset düzleminden uzaklaşarak göstermeye başladı.

Ciddiye alınır seçim anketlerinin anlattığı şey, iktidarın oyunun sürekli eridiği ancak muhalefetin oyunun yükselmediği. Ancak toplumu bir seçmenler toplamı olarak yansıtan anketlerin kör noktaları var. Burada da Konda Araştırma’nın genel müdürü Bekir Ağırdır’ın baş döndürücü gündem içinde hak ettiği ilgiyi görmeyen tespitine başvuralım. Ağırdır, Mayıs’ın ilk haftasında bir Medyascope yayınında ve Oksijen gazetesindeki köşesinde sınıfsal kutuplaşmanın kültürel kutuplaşmanın önüne geçtiğini söylüyordu. Ağırdır özetle şöyle diyor: “Bütün dünyada da Türkiye’de de adaletsizlik ve yoksulluk kalıcılaşıyor ve devrediliyor. Artık sınıf atlama söz konusu değil. Toplumlar, kimliksel kutuplaşmaların emek sermaye çelişkisi gibi olumlu bir enerji üretmediğini deneyimliyor. Pandemi ve ekonomik kriz nedeniyle kültürel kutuplaşmanın önemli bir kısmı yeniden sınıfsal olana doğru dönüşmeye başladı. Önümüzdeki seçimde yeniden sağ sol meselesini de tartışmamız gerekebilir.” Yani sınıfsal çelişkilerin siyaset alanına etkili bir şekilde yansıyabilecek hale gelmesi, sosyalistlerin bir sezgi ve temennisi olmanın ötesinde ölçülebilir nesnel bir gerçeklik haline gelmiş durumda.

Bir yanda iflasa sürüklenen ve banka hesabındaki üç kuruşa da vergi tahsilatı için el konan esnaf, diğer yanda yüz milyonlarca dolar vergi borcu silinen ve milyarlarca dolar kamu kaynağını yutan AKP müteahhitlerinin oluşturduğu 5’li çete… Bir yanda işsizliğe mahkûm edilen, sigara kaçırırken asker kurşunuyla yere yığılan Kürt gençleri, diğer yanda savaş sürdükçe kesesi dolan silah tüccarı damat… Bir yanda tazminatı ödenmeden işten atılan gazeteciler, diğer yanda Sedat Peker’in eski sahibini korkutması ve Erdoğan’ın kamu bankalarından para aktarmasıyla Türkiye’nin en büyük medya grubunun başına emanetçi olarak oturtulan Demirören… Bir yanda İkizdereli köylüler, diğer yanda Cengiz İnşaat… Bir yanda devletin araya girmesiyle işverenin teklif ettiğinden de düşük zam dayatılan enerji işçileri, diğer yanda Cengiz-Kolin… Bir yanda aşı bulamadan her gün ikiyüzer-üçyüzer ölen emekçi halk, diğer yanda İsrail’e petrol, Avrupa’ya tonlarca kokain taşıyan gemiler… Bir yanda erkeklerin cezasız kalacaklarını bilerek cinsel saldırıda bulunduğu göçmen kadın işçiler, diğer yanda dokunulmazlıklarını bunun için kullanan AKP’li vekiller… Bir yanda artık açlığın ve eve ekmek götürememenin mecaz olmaktan çıktığı milyonlarca emekçi evi, bir yanda günlük harcaması en az 10 milyon TL olan Saray… Özel okul patronu Eğitim Bakanı, özel hastane patronu Sağlık Bakanı, otel patronu Turizm Bakanı… ve memleketi bir şirket gibi yönetmekle övünen, patronların patronu Erdoğan! Ona “Tayyip abi” diyen Peker, onun adına muhalefeti tehdit eden Çakıcı, onu başkan yapmak için “asimetrik savaş” yürüttüğünü söyleyen Kontrgerilla Bakanı Soylu…

Devlet, mafya ve sermaye ilişkisinin öyle üçgen falan değil, kaynaşmış tek bir yapı olarak karşımıza çıktığı bu kontrgerilla iktidarı karşısında faşizme karşı mücadele etmeden sınıf mücadelesi, sınıf mücadelesi yürütmeden faşizme karşı mücadele edilemez. Bu, bir bildirideki süslü söz değil, hayatın içinde ve mücadele alanlarında öğrenilen güncel bir ders.

Keyifli seyirlerin sonunda kendimizi bir kez daha final bölümündeki kurban olarak görmek istemiyorsak, bugünkü itirafnameleri savcılara değil halka yapılmış bir ihbar olarak kabul edip biz harekete geçelim. Durumdan pek çok vazife çıkıyor devrimcilere: Boş yere savcıları beklemeyelim, kontrgerillanın halka karşı işlediği suçların iddianamelerini biz hazırlayalım. Olası yeni saldırılar karşısında kendimizi savunmaya hazır olalım. Halihazırdaki direniş dinamiklerini kontrgerilla iktidarıyla mücadele hedefine yönlendirelim. Bugünkü çatışmayı emekçi halkın diline tercüme edelim. Devrimcilerin 1 Mayıs’ta sokağa çıkan direniş iradesini, işçi sınıfının içindeki mücadele eğilimleriyle buluşturalım…

Dipnotlar:

[1] Türkiye içerde kontrgerilla içi bir krize sahne olurken, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarında yürütülen yoğun bir bombardıman ve PKK komuta kademesini hedeflediği anlaşılan bir büyük saldırı var. Sadece Türkiye içinde yaşanan siyasi gelişmelerle açıklanamayacak bu savaşın, bölgesel ve uluslararası farklı dinamikler içeren ayrı bir sürecin unsuru olduğu ancak kontrgerilla içi krizi bastırmak açısından da kullanılmak isteneceği muhakkak. PKK bu saldırıya yanıt veriyor ve şu ana kadar kendisini askeri hedeflerle sınırlıyor gibi görünüyor. Öte yandan PKK Başkanlık Konseyi üyesi Cemil Bayık’ın 16 Mayıs’ta Sterk TV’de yayımlanan röportajda sarf ettiği “Türk devleti, ‘PKK neredeyse, Kürt neredeyse oraya saldırırım’ diyor. Madem Türk devleti bunu kendisine esas alıyor, Kürtler de bu durumdan sonuç çıkarmalıdır. O zaman nerede bir Türk varsa biz de onu hedef alıyoruz bu da bizim hakkımızdır” sözleri, şayet sivilleri hedef alan TAK saldırıları gibi sonuçlar üretirse, çatırdayan kontrgerilla koalisyonu, özel olarak da Soylu’nun fraksiyonu bunu “Allah’ın bir lütfu” olarak görecektir.

[2] 20 Temmuz’da Kobanê’ye oyuncak götüren gençlik örgütlerinin hedef alındığı Suruç Katliamı’nın ardından 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polise suikast düzenlenmiş, ilk başta suikasti sahiplenen PKK yöneticileri daha sonra bu eylemin bağımsız bir grup tarafından düzenlendiğini açıklamış, suikast nedeniyle gözaltına alınıp yargılanan tüm sanıklar da bir süre sonra beraat etmişti. Ancak Ceylanpınar suikasti TSK ile PKK arasındaki çatışmasızlık sürecinin sonlandırılma gerekçesi oldu. 24 Temmuz’da savaş uçakları harekete geçti ve savaş başladı. Politik dengeler yine de AKP lehine değişmiyor, AKP’nin bu çatışmayı seçim yenilgisi nedeniyle çıkardığı şeklindeki suçlayıcı yargı yaygın bir şekilde ifade ediliyordu. 6 Eylül 2015’te Hakkâri Dağlıca’da PKK’nin düzenlediği saldırıda 16 asker yaşamını yitirdi. Akşam A Haber yayınına çıkan Erdoğan, “Eğer 400 milletvekilini alabilecek veya bir anayasayı inşa edebilecek sayıyı bir siyasi parti [o dönem partisiz cumhurbaşkanı olduğu için doğrudan AKP diyemiyordu] yakalamış olsaydı durum bugün çok daha farklı olurdu” dedi. Daha önce iktidar sözcülerinin 400 vekil verilmezse ülkenin kaosa sürükleneceği şeklindeki tehdit kokan sözleri hafızalardaydı. Erdoğan’ın sözleri de doğal olarak tepki çekti. hurriyet.com.tr haberi “Erdoğan’dan Dağlıca açıklaması: 400 vekil verilseydi bunlar yaşanmazdı” şeklinde verdiğinde, bu bir çarpıtma ya da sorunlu kısaltma değil, toplumdaki genel eleştirel algının doğru yansımasıydı. Ancak hükümetin savaşı esasen içerideydi ve namlunun büyüğü içeriye, medyaya, muhalefet partilerine, toplumsal muhalefet örgütlerine çevrilmeliydi.

[3] https://sendika.org/2014/10/kobane-eylemleri-surecinde-kac-kisi-kim-nerede-nasil-oldu-221856/

[4] https://sendika.org/2021/03/turbulansta-savas-fazina-dogru-612618/

[5] Aslında kontrgerilla içi huzursuzluk yargı içindeki kontrol dışı hareketler, TSK içi güç mücadeleleri, AKP içindeki ayak kaydırma ve sindirme operasyonları ile Ocak 2020’de görünür hale gelmişti. https://sendika.org/2020/01/kontrgerillanin-karni-agriyor-575070/

Kaynak: sendika.org